Namlunun Ardındaki Adam; Yakup Cemil

 

-Diyar-ı Çepni’nin yiğit evladı,

Atilla Aydın Bey kardeşime ithaf olunur…-

Kimisi adını anınca karşılıksız bir vatanseverliği anımsadı…

Kimisi de derin güçlerin kontrolünde hareket eden bir zorbayı…

Bir vatansever miydi?

Yoksa bir zorba mı?

Çok sevdiği Enver’e sadık bir fedai mi?

Yoksa isyankâr bir şaki mi?

Hayal miydi?

Yoksa gerçek mi?

Peki, Kâğıthane sırtlarında vatana ihanet suçundan tam on dört kurşunla öldürülen bu adam kimdi, neydi, neciydi?

Kurtlar Vadisi adlı dizide Kuşbaşı Eşref Bey’in torunu, istihbaratçı Aslan Bey’i canlandıran Selçuk Yöntem, Ömer Baba rolünde ki Emin Olcay’a, Teşkilat’ın bu önemli ismini anlatırken söze şöyle başlıyordu;

‘’…Teşkilat-ı Mahsusa da bir adam vardı… Yiğit bir kahraman, büyük bir vatanseverdi…’’

Adı; Yakup Cemil’di…

İşte o adamın; Enver’in fedaisi; Yakup Cemil’in öyküsü…

Hain Avcısı

Yakup Cemil, 1883 tarihinde İstanbul Yenibahçe de doğdu…

Kimi kaynaklar babası Ahmet Bey’i tütün ticareti ile uğraşan bir kaçakçı olarak gösterse de daha sonraki yıllarda teşkilatın başına geçecek olan Hüsamettin Ertürk Bey, Samih Nafiz Tansu tarafından 1957 yılında derlenen anılarında Yakup Cemil’in babasının mütevazı bir devlet memuru olduğunu net şekilde ifade eder.

Kendisinin piyade teğmen rütbesi ile Harbiye’den mezun olduğu tarih 1903’tür…

O döneme damgasını vuran diğer ateşli Osmanlı subayları gibi Yakup’un da askerliğe merakı çocukluk yıllarına dayanmaktadır. Bu merak O’nu kısa süre de Rumeli dağlarında eşkıya takibi güden, fırtına gibi bir asker yaptı…

Girdiği çete muharebelerinin hiçbirinden geri çekilmeyen, son hasmını yere sermeden erata ricat emri vermeyen, pireyi gözünden, karıncayı dizinden vuran bu ateşten ruhlu adamın ismi kısa sürede Bulgar ve Rum çetecilerin diline pelesenk oldu. Giritli Kaptan Skalidis’in, Bulgar Petso’nun, Rum Pirle-pe’nin, Arnavut Istaryalı Kâmil Bey’in ve “Vardar Güneşi” denilen Apostol’un çetesini yok eden ekibin en tanınmış siması O idi…

* * *

Bir süre sonra o da devrin siyasi modasına uyup, diğer genç zabitler gibi II. Abdülhamit’in ‘’müstebit ve baskıcı’’ olarak ifade ettikleri idaresine son vermek için gözleri bağlı olarak silah üstüne yemin ederek İttihat ve Terakki cemiyetine dâhil oldu…

Sonunda hedeflenen gerçekleşip Abdülhamit’in saltanatı yıkılınca Yakup Cemil, İttihat ve Terakki Cemiyetinin vilayet sorumlularından biri olarak Adana’ya gönderildi…

Trablusgarp Macerası

Ancak O’nun haşin ve düz karakteri, particiliğin kaypak ve oynak zemini ile asla bağdaşmadı. Tam bu sırada acı bir tesadüf ile imdadına İtalyanların Trablusgarp’ı işgali yetişti. Tasını, tarağını toplayan Yakup Cemil, Fedai Zabıtan adlı gizli yapılanmaya katılarak, Mustafa Kemal’le birlikte Trablusgarp’a geçti.

İtalyanlarla yapılan gerilla savaşına katılan Yakup Cemil buradaki mücadele tarzına Balkanlardan antrenmanlıydı. Kısa sürede askeri organizasyonlara uyum sağlasa da Osmanlı subayları arasındaki zenci mülazım Şükrü Efendi bir türlü içine sinmiyordu. Bir zaman sonra Şükrü Efendi’nin bir İtalyan ajanı olabileceği vehmi Yakup Cemil’i gece uyuyamaz bir hale getirdi. Bir akşam kimseye bir şey demeden yatağından doğruldu, mermilerini ve silahını kontrol ettikten sonra Şükrü Efendi’nin çadırına girdi, usulca ona dokunarak kaldırdı, silahının namlusunu Şükrü Bey’in alnına dayadı, sonra bir el silah sesi duyuldu. Gecenin sessizliğinin bozulduğu yöne doğru koşan Osmanlı subayları kanlar içinde can çekişen Şükrü Efendi’yi son nefesini verirken buldular…

Bu skandal karargâhı bir anda karıştırdı…

Resmi savunmasında ‘’onu nöbette uyurken yakalım, ondan öldürdüm’’ diyen Yakup Cemil, yakın dostlarına ise “bir zenciden emir almak gücüme gidiyordu…” dedi. Trablusgarp’ta Yakup Cemil’in en önemli şansı, Balkanlardaki çete takiplerinden tanıdığı ve herkesten çok sevdiği Enver’di. Bu genç erkân-ı harp binbaşısı da bu meş’um olaydan oldukça rahatsız oldu. Fakat orada bulunan tüm subaylar içinde Yakup Cemil’i en yakından tanıyan kendisi idi. Olayı fazla irdeletmedi. İlk fırsatta Yakup Cemil’i de oradan uzaklaştırdı.

Yakup Cemil, zorlu çöl yolculuğundan sonra İstanbul’a geldiğinde Balkan Savaşları’nın ikinci perdesi başlıyordu. Zaten başkentin tehlikede olduğunu duyan Trablusgarp’taki Osmanlı subayları da hızla İstanbul’a dönmüştü.

Bâb-ı Âli Baskını

Balkan Savaşlarında yaşanan hezimet tüm gözleri Nazım Paşa’ya çevirtmişti…

23 Ocak 1913 günü Enver Paşa, Yakub Cemil’in başını çektiği bir grup fedai ile cemiyetin Nuruosmaniye’deki merkezinden ata binerek Bab-ı âli’ye yöneldi. Bu arada Talat Paşa da bir grup ittihatçıyla başka yoldan Babıâli’ye gitti. Ayrıca cemiyet tarafından Bâb-ı Âli binası civarındaki önemli noktalara altmış kadar İttihatçı yerleştirildi. Yol boyunca toplanan halk ellerinde bayraklarla tekbir getirerek Babıâli’ye vardığında, kabinenin toplantı halinde olduğunu bilen Enver Paşa ve yanındakiler Babıâli kapısının önüne geldiler…

Kapının önünde direnmek isteyen Sadaret yaveri Ohrili Nafiz Bey tek kurşunla oracıkta öldürüldü. Bu esnada araya fırlayan Harbiye nazırının yaveri Kıbrıslızade Tevfik’in tabancasından çıkan kurşunla ittihatçılardan Mustafa Necip öldü. Arkadaşının kanlar içinde düştüğünü gören fedailerden birinin tabancasından çıkan kurşunla Kıbrıslızade Tevfik te yere yığıldı. Kısa süren arbede esnasında vurularak düşenlerden biride polis komiseri Celal Bey’di. Bab-ı ali kapısı önünde adeta cinnet yaşanıyordu…

Harbiye Nazırı Müşir Nazım Paşa gürültü üzerine kabine toplantısından balkona çıkıp baskıncılara doğru bağırmaya başladı; “Ne oluyor, siz kendinizi ne zannediyorsunuz?’’

Bu esnada fedailerin önünde ilerleyen, uzun boylu ve yapılı biri öne çıktı. Kemerinde ay-yıldız toka, kırmızı fesinde de yaldız rengi iplerle işlenmiş bir hilal vardı. Dizlerinin altına sarkan gri paltosunu sağ kolu ile savurarak iri parmakları ile Nagand marka tabancasını kavradı, yüzünde hiçbir heyecan emaresi yoktu, yukarıya doğru kıvırdığı bıyıkları bile oynamıyordu. Sadece hafif çekik olan gözlerini birazcık kıstı, gayet soğukkanlı biçimde silahını Müşir’e doğrultarak, tek kurşunla Nazım Paşa’yı alnından vurdu…

Oradaki herkes şok olmuştu…

Ayakları yerden kesilen Nazım Paşa, kapının önündeki krem rengi halının üstüne doğru düştü, alnından sızan kanlar, parkasına doğru sızıyordu…

Elbette bir baskın yapılıyordu ama Osmanlı Devleti’nin görevdeki savaş bakanını öldürmek kimsenin planı dâhilinde değildi. Önce Enver’in yeri göğü inleten bağırışı duyuldu; “Ne yaptın Yakup Cemil! Sana vur diyen mi oldu?”

Bir kaplanın avını yakaladıktan sonra gözlerinde oluşan parlaklığa kavuşan Yakup Cemil, yine soğukkanlıydı. Bu bağırmaları umursamadan cevap verdi; “Bu tiplere laf anlatamazsın Enver! Bunları böyle vuracaksın!’’

Sonrada silahında kalan mermileri yerde yatmakta olan Müşir’in cansız bedenine boşalttı…

* * *

Yaşananlar sonrası sağa sola kaçışan kabine üyelerinin dağılmasını fırsat bilen Enver, bir hışımla Sadrazam Kıbrıslı Mehmet Kamil Paşa’nın makamına girdi. Tabancasını çıkartıp, Paşa’nın kafasına dayayıp, sert bir ifadeyle milletin kendisini istemediğini ve istifa etmesi gerektiğini bildirdi. Elleri titreyen Kamil Paşa asker tarafından gelen teklif üzerine istifaya mecbur kaldığını padişaha hitaben yazdı. Bu duruma sinirlenen Enver, bu cümleye ahali sözcüğünü de ilave ettirdi. Böylece istifa gerekçesi ahali ve asker tarafından gelen teklife dönüştü. Bu sırada İttihatçıların ünlü hatiplerinden Ömer Naci ve Ömer Seyfettin Babıâli önünde toplanan kalabalığı coşturuyor, “Yaşasın Millet! Yaşasın İttihat ve Terakki!” diye bağırtıyordu…

Kısa sürede başkent İstanbul, İttihatçıların denetimine geçti. Padişah V. Mehmet (Reşad) İttihatçıların isteği üzerine Mahmut Şevket Paşa’yı kabineyi kurmakla görevlendirdi. Böylece iktidar tekrar İttihatçılara geçti. Aynı gece Cemal Paşa İstanbul muhafızlığını, Azmi Bey polis müdürlüğünü ve Halil Kut merkez kumandanlığını ele geçirdiler. Talat Paşa dâhiliye nazırı vekili unvanını kullanarak vilayetlere çektiği telgrafta Kamil Paşa hükümetinin, Edirne vilayetini tamamen ve Ege adalarını kısmen düşmana bıraktığını ve bu kararını sorumsuz bir meclise tasdik ettirdiğini kaydediyor ve bu nedenle milli galeyan sonucu devrildiğini bildiriyordu…

Yaşanan son olaylar İttihat ve Terakki’yi ülkenin başına taşımıştı taşımasına ama şimdi de cemiyetin ileri gelenlerini kara-kara düşündüren bir sorun peyda olmuştu. Bu sorun sorumsuz hareketleri ile tüm otoriteye başkaldıran, dizgine, ipe gelmeyen, Yakup Cemil’di! Cemiyetin ileri gelenlerine göre bazen en yakın olduğu isim Enver’i bile dinlemeyen bu adam ilk fırsatta merkezden uzaklaştırılmalıydı…

‘’Benim Adım Yakup Cemil!’’

Beklenen fırsat Birinci Dünya Savaşı ile geldi…

Komiteciliği ve gözü karalığı ile nam salan Yakup Cemil, Enver Paşa tarafından Teşkilat-ı Mahsusa’ya sokularak Kafkas Cephesi için görevlendirilip İstanbul’dan uzaklaştırıldı…

Şimdi sıra Yakup Cemil’in kadrosunu kurmaya gelmişti…

Merkez tarafından yanına atanan yardımcıları çetin adamlardı; Lazistan Milletvekili Sudi Bey, Şakir Bey (Esbak İktisat Vekili), Binbaşı Asım, Memduh Şevket (CHP Genel sekreteri), Cemal Ferid (Milletvekili), Yüzbaşı Halit Bey (Deli Halit Paşa), Yüzbaşı Ethem Basri Bey (İttihat ve Terakki katib-i mes’ullerinden) ve Abdülhamit Beyler…

Asker olarak ise Yakup Cemil kendi adamlarını kendisi seçecekti…

Bu konudaki yöntemi yıllarca tartışıldı…

Yakup Cemil son adamlarını, ünü bütün imparatorluğa yayılmış ve günümüze kadar da gelmiş olan Sinop zindanlarından devşirdi. Hepsi birbirinden belalı, hepsi birbirinden tehlikeli tam iki bin adam topladı…

Hapishane meydanına koyduğu iskemleye oturan Yakup Cemil, gür sesi ile haykırdı; “Berberler bir adım öne çıksın!”

Sonrasında berberlik zanaatına sahip olanlar bir adım ilerledi…

Ve komutlar komutları izledi: “ 1 leşi, 2 leşi, 3 leşi, 4 leşi, 14 leşi olan berberler bir adım öne çıksın…”

Sonunda tam Yakup Cemil’in önünde bir kişi kaldı!

Hem berber olan, hem de 14 leşi bulunan bir kişi…

Yakup Cemil 14 leşli berberi şöyle tepeden tırnağa süzdü ve sonra “getir takımlarını bu iskemlede beni tıraş et, seni özel berberim tayin ettim” dedi…

14 leşi olan berber, fırçasına sabunu sürüp, Yakup Cemil’i tıraş etmeye hazırlanırken o da cebinden çıkardığı tabakasından bir dal tütün aldı, seri davranan berber Yakup Cemil’in sigarasını yaktı, berber tıraşa başladığında o da olanları şaşkın şaşkın seyreden gözü kara iki bin yeni adamına doğru konuşmaya başladı;

– Her biriniz artık benim askerimsiniz! Vatana olan borcunuzu ödeme vakti gelmiştir. Emrime itaat etmeyeni veya eksik yerine getireni yaşatmam! Şunu unutmayın, düşmandan kaçabilirsiniz ama benden asla! Benim adım Yakup Cemil, hainin, kaçağın, vatan düşmanının benden yana nasibi sadece ölümdür!

* * *

İşte Kafkas’a sürülen bu çete, Ardahan ve Batum’u Rus ve Ermeni kuvvetlerinden geri aldı. Ancak kesin yapılan hücumlar sonrasında zamanla müfreze erimeye başladı. Erzurum’a dönen Yakup Cemil, ordu komutanı olarak karşısına çıkan Halepli Miralay Mahmut Kamil Bey’den takviye güç istedi. Yakup Cemil’in tabiatını çok iyi bilen miralay, bu isteği kibarca geçiştirdi, Ermenilere verilen baskınlarda birçok zafer kazanan Yakup Cemil, kaybettiği anlarda adeta çılgına dönüyordu. Emrini yerine getiremeyen veya mağlubiyete sebep olduğunu düşündüğü herkesi sorgusuz sualsiz ya kurşuna diziyor ya da astırıyordu. Bu durum zamanla katlanılmaz bir hal aldığından ordu komutanı Halepli Miralay Mahmut Kamil Bey tarafından Bitlis’teki alaya gönderildi…

Buradaki alay kumandanı Afyonkarahisarlı Ali Bey’di. Yakup Cemil’in Erzurum’dan neden gönderildiğini iyi bilen Ali Bey, ordu disiplinine çok önem veren, şahısları asla kurumun önüne geçirmeyen mert bir askerdi. Bir Yakup Cemil klasiği olmuş birkaç olaydan sonra bu başına buyruk adamı karşısına alan Ali Bey’in tavrı sert oldu;

“Bana bak Yakup Cemil Efendi! Beni kimseyle karıştırma. İkide bir tabancaya sarılıp, darağacına erat göndermekle bu işler olmaz! Burası bir ordu kuruluşu ise sende buranın kurallarına uyacaksın! Uymazsam ne olur diyebilirsin. Sakın deneme! Seni bitiririm! İflahını keser mahvederim! Gözünü aç, kurallara uy, edebinle otur!”

Gerektiğinde Enver’e karşı bile dikine giden Yakup Cemil her nedense Ali Bey’e karşı sükût etti. Hüsamettin Ertürk Bey’in tahminine göre de hayatında suskun kaldığı tek hadise buydu. Böyle bir karakter korktu mu yoksa ileriye yönelik bir şey mi düşündü, tarihle O’nun arasında sır olarak kaldı ama Yakup Cemil’in komitacılığını ve bunu asla yanına koymayacağını çok iyi bilen Ali Bey ilk fırsatta Onu Bağdat’ta bulunan Altıncı Ordu’nun merkezine uydurulmuş bir vazife ile göndermekten geri kalmadı. Bu tarihte 6. Ordu’nun başında Enver Paşa’nın amcası olan Halil Paşa bulunuyordu. Aradan geçen birkaç gün içinde Yakup Cemil’den kurtulmanın yollarını arayan Halil Paşa bir gün kendisini çağırıp, İstanbul’dan telgraf aldığını ve Yakup Cemil’in acilen İstanbul’a dönmesi gerektiğini belirtti…

Bâb-ı Âliye İkinci Darbe Planları

Ancak gerçek böyle değildi…

Aslında Halil Paşa yeğeni Enver’e bizzat yazarak Yakup Cemil’in İstanbul’a çağrılmasını istemiş, Bağdat’ta kendisine ayak bağı olduğunu yazmıştı…

Tüm bu olanlardan habersiz olan Yakup Cemil, İstanbul’a dönüp kaymakam (yarbay) rütbesi almak ümidiyle Bağdat’tan hemen ayrıldı. Fakat İstanbul’a gelip Enver’in soğuk muamelesi ile karşılaştığında aldatıldığını anladı…

Birkaç gün dinlenen Yakup Cemil, tekrar Enver’in karşısına dikildi;

– Senin için yapmadığım fedakârlık kalmadı, senin bu makama oturman için kimleri tehdit edip karşıma almadım, ancak sen, bir fırka kumandanlığını bile bana çok görüyorsun…

– Ancak Yakup Cemil Bey kardeşim kanun var nizam var, sen bir ihtiyat subayısın bu rütbede olan biri eldeki kanunlar çerçevesinde binbaşılıktan öteye geçemez, bunu sen de çok iyi biliyorsun.

– Elbette biliyorum zaten bundan dolayı öz kardeşiniz Nuri Paşa’ya fahri feriklik rütbesinin nasıl verildiğini anlayamıyorum.

– Tamam, da kardeşim senin de dediğin gibi onunki fahri ama sen muvazzaf rütbe istiyorsun, bu mümkün değil ki…

– Ama ben senin için mümkün olmayan çok şey yaptım, kaldı ki fahri ferikliğin yetkileri muvazzaf derecesinde değil mi?

Bu karşılıklı atışma bir vakit sürse de Yakup Cemil istediğini alamadı ancak bu tartışmayı da asla unutmadı. Hatta askerlik mesleğinden ayrılarak ticaretle meşgul olan Sapancalı Hakkı’yla, Tophane de bulunan Denizcilik İşletmesi’nin üst katındaki ofisinde yaptığı bir sohbette;

– Ben Bab-ı âli’yi basmasaydım, Nazım Paşa denen o herifi vurmasaydım, bunlar ne yapabilirdi Hakkı? Enver’in harbiye nazırı olmasını Talat’ın gizli direnişine rağmen Sait Halim Paşa’yı tehdit ederek onaylatan ben değil miydim sanki? Bunlar benim kafamı kızdırıyor Hakkı, sıkıldım bu ayak oyunlarından, deli gönül diyor ki bir darbe de bunlara yap!

Sapancalı Hakkı bir anda neye uğradığını şaşırdı, yıllardır tanıdığı arkadaşının deli dolu olduğunu biliyordu ama bu kadarını o bile beklemiyordu. Talat’ın adamları ile Enver’e gönül verenler arasında demirden sınırların çekildiği bir dönemde Yakup Cemil’in sarf ettiği bu sözlerin fedai ruhlu bu adamı sıkıntıya sokacağını çok iyi bilen Hakkı Bey;

– Delirdin mi sen Yakup? Sende abartıyorsun ha! Artık şunu unutma; askerlik mesleğinden senin de benimde rızık kapımız kapanmıştır. Bu saçmalıkları sakın başka yerde konuşma! Sürekli vurmaktan, kırmaktan söz ediyorsun. Başımıza bela getirmenden endişe ediyorum. Git köşene çekil! Devir sıkıntılı devir. Hem ben Enver’le konuşurum. Sırf rütbe için Yakup Cemil böyle yaptı deseler hoşuna gider mi? At ölür meydan kalır yiğit ölür nam kalır demişler, biz bu vatan için elimizden geleni yaptık, az çok bir itibarımız, şanımız, namımız var, onu böyle basit şeyler için sakın kirletme. Ve bir dostun olarak yalvarıyorum sana, sakın hiçbir şeye teşebbüs etme!

Hakkı Bey, Sapancı Gölü kenarına Halep’ten göç etmiş Türkmen kökenli bir aileden geliyordu. Koyun ticareti ile uğraşan babası vefat edince annesi İstanbul Beşiktaş’a göç etmiş, küçük Hakkı’yı da Beşiktaş Askeri Rüştiyesi’ne yazdırmıştı. Sonra Edirne Askeri İdadisi’ni bitiren Hakkı, oradan da Harbiye’ye geçmişti. Teğmen rütbesini aldığında soluğu Rumeli dağlarında alan Hakkı Bey’in, Yakup Cemil’le sıkı dostluğu buradaki kanlı çete mücadelelerine dayanıyordu. Cesurdu, mertti, gözünü budaktan esirgemiyordu, atalarından miras kalan bir Türkmen atılganlığına sahipti ama asla cesareti aklının önüne geçmiyordu. O da çok tetik düşürmüştü ama bunu hep son çare olarak yapmıştı. Kısacası dengeli ve tutarlıydı.

Bu kişiliğinden dolayı da cemiyet içindeki hızlı adamlardan Yenibahçeli Şükrü, Ömer Seyfettin, Bandırmalı Reşit (Çerkes Ethem’in ağabeyi), Asitaneli Nizamettin ve efsane isim Kuşçubaşı Eşref’le yıkılmaz bir dostluğa sahipti…

Dünya savaşı patlak verdikten sonra cemiyet içinde ki dengelerin karışıklığından işkillenen Hakkı Bey, bu tür işlerden elini eteğini çekip ticaretle meşgul oluyordu. Talat’ın, şeytani zekâsı ile Enver’i kıskaca aldığını ilk fark edenlerden biri Hakkı Bey’di. Bu durumun son tahlilde Enver’in fedaileri olarak adlandırılan kendilerinin başını sıkıntıya sokacağını analiz eden Sapancalı, bunları Yakup Cemil’e anlatmak istiyor, fakat anlamayacağını, karıştıracağını tahmin ettiğinden kısa yoldan ona yapması gerekenleri söylüyordu. Çünkü Yakup, operasyon adamıydı. Siyasetin bu türlü kahpelikleri ile asla ilgilenmiyordu. O’nun son celsede çözeceği sıkıntı namlunun ucunda kimin duracağıydı, o kadar!

Ancak Yakup Cemil gibi bir adamı sabit fikirlerinden döndürmek, düşüncesini tersine çevirmek imkânsızdı. Yapılanlar çok ağrına gitmişti. Gençliğini, gücünü, cesaretini velhasıl-ı kelam ömrünü vakfettiği adamlar tarafından bir kâğıt gibi buruşturulup atılmak Yakup Cemil gibi bir adamın kaldıracağı davranışlar değildi.

O artık kafasına ikinci bir Bab-ı Âli baskınını sokmuştu, sürekli onu düşünüyordu ama düşünceleri hep Enver’in portresi ile çelişiyordu…

Çünkü Yakup Cemil ömründe en çok onu sevmişti…

Yakup gibi dizginsiz bir aslanı ehlileştiren ancak Enver’in manalı bakışlarıydı. O’nun üzerinde binlerce kişilik bir düşman ordusunun yapamayacağı etkiyi Enver’in birkaç sözü yapıyordu. İtaat, emir-komuta gibi askeri meziyetler Yakup Cemil tarafından sadece Enver’e karşı sınırsız ve kusursuzca uygulanıyordu…

O iri cüsseli, geniş omuzlu, kırmızı yanaklı, kısık gözlü ve inatçı bir çocuk ruhuna sahip olan asi dev, ağzını doldura- doldura sadece Enver’e karşı “Paşam” diyordu…

Enver’e karşı yapılacak bir saygısızlık, Enver’in hor, hakir görülmesi, Enver’in eleştirilmesi, Enver’in emrinin yerine getirilmemesi bu çocuk ruhlu devi bir ölüm makinesi haline getiriyordu…

Ama o uslanmaz çocuk, yaramaz, haşarı afacan tarihin acı bir cilvesi olarak şimdi sahibine küsmüştü…

Düşüncelerinin kilitlendiği noktaya tekrar yoğunlaştı…

Olası bir baskında Enver’le karşılaşma ihtimalini tekrar düşündüğünde, şakaklarından süzülen terler, boynundan aşağı dökülürken kararını verdi ve kendi kendine; “Yok hayır! Bu baskın olmamalı! Ben namlumu Enver’e doğrultamam!” Dedi…

Bu düşünceler bir heyula gibi zihnini tırmalarken, hiç beklemediği bir anda cemiyetin ilginç simalarından Hüsrev Sami ile karşılaştı…

Hüsrev, İttihat ve Terakki’nin Trabzon temsilcisi idi. Vali kadar yetkilere sahip olmasına rağmen bizzat vali ile geçinememesinden dolayı, vali ve ekibini sayısız defa merkeze şikâyet etmişti ama bu şikâyetleri Talat tarafından hiç dikkate alınmamıştı. Bu duruma sinirlenen Hüsrev Sami, istifa mektubunu yazıp soluğu İstanbul’da aldığında ilk karşılaştığı cemiyet adamlarından biri Yakup Cemil oldu…

Sanki tencere yuvarlanmış kapağını bulmuştu…

Bu ilk karşılaşmada Talat ve cemiyetin ileri gelenlerinin kulakları bir hayli çınlatıldıktan sonra Hüsrev Sami Yakup Cemil’e başından geçenleri tek tek anlattı ve Bursa’ya kaplıcalara gideceğini yanında gelmek isterse onu da getirebileceğini söyledi. Böylece teşkilatın iki küskünü, Bursa’ya doğru yol aldılar…

Cemiyetin bu iki ilginç simasını Bursa’da misafir eden kişi ise Satvet Lütfi Bey’di! Bursa Çekirge’de Servinaz Otel’i işleten Lütfi Bey, ne ekonomik bir güçlükten ne de tesadüf olarak bu işi icra ediyordu. Devrin yöneticilerinden dolayı başı dumanlı olan bu adam, Mahmut Şevket Paşa’ya düzenlenen suikasta ismi karıştığı için önce Çorum’a sonra da Bursa’ya Divan-ı Harp kararı ile sürgüne gönderilmişti. Burada enteresan olan husus, bir ittihatçı olan Hüsrev Sami ile bir adem-i merkeziyetçi olan Satvet Lütfi Bey’in yakın dostluğu idi. Hüsrev, ısrarla Lütfi Bey’e Enver’in sırt döndüğü, Talat’ın ise zaten gözden çıkardığı Yakup Cemil gibi eli silahlı bir adamdan ortalığı karıştırmak adına faydalanabilineceğinden söz etti. Bir siyasi kurt olan Lütfi bey, bu öneriyi tehlikeli bularak yanaşmasa da, Yakup Cemil’e devrin siyasi tablosu hakkındaki görüşlerini açmaktan çekinmedi;

– Yakup Cemil Bey kardeşim, savaş çok fena gidiyor. Bakma sen Tanin’in safsatalarına hepsi palavra! Bu adamlar memleketi bitirecekler. Bu babda bütün vatanperverler birleşmelidir. Hükümet derhal devrilmeli, acilen bir münferit barış yapılmalıdır. Çanakkale Zaferi’nin hatıraları taze iken bu savaşın Avrupalılar nezdindeki itibarından istifade ederek barış yapmak mümkündür. Fakat bu inatçı Talat’la Enver varken nasıl olacak bu iş?

Yakup Cemil ve Hüsrev Sami Bey, Bursa’da tam bir hafta kalmışlardı. Bu tatil boyunca zaten zihninde siyasete dair pek fikir bulunmayan Yakup Cemil, Talat ve Enver’e olan kızgınlığını da perçinlercesine bu “münferit barış” ilkesini kafaya takmıştı. Gönlünde kini saklamayıp, hemen dilini aksettiren bir karaktere sahip olan Yakup Cemil, İstanbul’a döner dönmez bu fikri önüne gelene açmaya başlamıştı. Öyle ki cüretinde sınır tanımayan Yakup, bu konudan Başbakan(Sadrazam) Said Halim Paşa’yı bile haberdar etmişti…

Lakin bilinmeyen bir gerçek vardı ki bu fikri sadece Satvet Lütfi Bey düşünmüyordu. Aynı anda İngiliz ve Fransız diplomatlarda İttihat ve Terakki nezdinde girişim yaparak Enver ve Talat’ı barışa ikna ederek, Almanları tek başına bırakmayı arzuluyorlardı. Hatta o dönemde Romanya ile iyi ilişkiler kurarak buğday işine el atan Sapancalı Hakkı Bey, Bükreş’te bu diplomatik ajanlar tarafından ablukaya alınmıştı. Kendisinden Enver’i barışa ikna etmeyi dileyen bu ajanları kibar bir dille uzaklaştıran Hakkı Bey bile bu işlerin Talat tarafından kullanılarak en yakın arkadaşı Yakup Cemil’in başına çorap örüleceğini tahmin edemezdi…

Nitekim bu “münferit barış” fikrinin artçı şokları Bab-ı Âli’ye kadar dayanmıştı. Enver bu fikirlerin Yakup Cemil tarafından bile dile getirildiğini öğrendiğinde en azından onu bu dağdağadan uzak tutmak için yeni kuracağı bir Kürt Alayı ile İran içlerine göndermeyi tasarladı. Hatta o dönem teşkilatın başına geçen Eyüplü Hüsamettin Bey’i çağırarak hazırlıkları yapmasını, Yakup Cemil’i haberdar etmesini emretti…

Yakup Cemil tam Enver’den kopma noktasına gelmişken bir üst rütbe ile Kürt alaylarının başında İran’a gönderilmesi emrine çok sevinmişti. Demek ki Sapancalı’nın girişimleri sonuç verdi, diye düşünmüştü. Hemen, Savaş Bakanlığı’na geçerek Levazım İdaresi’nde girişimlerde bulundu. Hemen listesini oluşturarak, seçtiği subay ve erleri Savaş Bakanlığı’nın Mercan’a bakan kapısının iki tarafındaki dükkânlara yerleştirdi. Kendi karargâhını ise Meserret Oteli’nin 13 ve 14 numaralı odalarına kurdu…

Anadolu’nun dört bir tarafından gelen delikanlılar ile listesi kabaran Yakup Cemil’in keyfi de yerine gelmeye başlamıştı. Beyazıt meydanında, kama ve bıçakları bellerinden aşağı sarkmış, yöresel kıyafetleri ile dolaşan Çerkes ve Laz gençleri etrafa korku salmaya başlamıştı. Ardında bu güruhu gören Yakup Cemil’in aklına birden çok tehlikeli bir fikir gelmişti; bu kadar askeri bir arada toplamışken, Bab-ı Âli’yi basarak, Talat’ı devirmek! Bu fikrini de gizli tutamayan Yakup Cemil, bu derece riskli bir planı bile İdare-i Örfiye Divan-ı Harp Reisi Nafiz Bey’in başyaveri Murat’a söylemekten çekinmemişti…

Yakup Cemil, ordusunda savaşmak için binlerce kilometrelik yollardan bin bir zorluğa katlanarak gelen, tehlikeli çete reislerine bu fikri açmış ve onaylarını aldıktan sonra tam düğmeye basacakken yine Sapancalı Hakkı tarafından uyarılmıştı;

– Yakup! Sen yine ne haltlar karıştırıyorsun. Polisler, jandarmalar, Talat’ın tüm ajanları durumdan haberdar. Hemen çeteni dağıt. Yoksa Talat bunu bir komplo olarak kullanacak! Enver’e bunu yapmaya hakkın yok!

– Ama ben Talat’ı devireceğim Enver’i değil ki!

– Kime anlatacaksın bunu! Ben Enver olsam ben de anlamam! Dâhiliye Nazırı’nı devirecektim ana Harbiye Nazırına dokunmayacaktım. Geç bunları Yakup, hemen dağıt bu adamları, dediğimi yap!

Yakup Cemil yine çaresizce bu fikrinden vazgeçti…

Talat’ın Çarkı İşliyor

Ancak bu adamları yakma konusunda, vazgeçmeyen bir adam vardı; Talat!

Bu girişimin yine Sapancalı Hakkı tarafından durdurulduğunu öğrenen Talat, eline geçen fırsatı aldığı için Sapancalı Hakkı Bey’e oldukça kızgındı. İttihat ve Terakki’nin genel merkezinde bir gece düşünürken aklına kurnazca bir fikir geldi…

İngiliz İstihbarat subayı Aubrey Herbert’ın ifadeleri ile; güçlü, acımasız, neredeyse kaba bir huya sahip olup, gözlerinde sadece gün batımında vahşi hayvanlarda görülen bir parlaklığa sahip olan Talat’ın gözbebekleri aynı ışıltıya şimdi yine sahipti…

Hemen telefona sarılıp cemiyetin kara kutusu Kara Kemal’i arayıp merkeze gelmesini söyledi. Koşar adımlarla Karagümrük’teki evinden ayrılan Kara Kemal, bir süre sonra merkeze gelmişti…

Kara Kemal’in içeri girmesinin ardından Polis Müdürü Bedri Bey’i arayan Talat, Bedri Bey’in makamına gelmesi ile planını icraya koyuldu;

– Sen uyuyorsun Bedri Efendi! Bütün istihbaratın, casusların da hikâye! Senin bu saflığının sonucu ne olacak biliyor musun?

– Özür dilerim beyefendi ama söylediklerinizden hiçbir şey anlamıyorum!

– Anlamazsın tabi. Anlasan böyle mi olurdu? Yakup Cemil denen adam, Enver’e ve bana suikast hazırlıkları yapıyor. Harbiye Nezareti’nin Mercan kapısından girerken, Enver Paşa’yı yaylım ateşi ile öldüreceklermiş. Belki memleketin Harbiye Bakanı ölünce bir şeyler anlarsın değil mi? Şu meşhur polis müdürlüğünü de o zaman yapmayı düşünüyorsun galiba? Şimdi hemen çık buradan ve esaslı bir rapor hazırla, derhal! Çabuk ol!

Polis müdürü Bedri Bey neye uğradığını şaşırmıştı. Ne oluyordu, kim kime suikast düzenleyecekti aslında hiçbir şey anlamamıştı. Ama öyle bir rapor hazırladı ki değme senaristleri cebinden çıkartırdı. Olay öyle abartılı, öyle süslü aktarılmıştı ki önüne koyulan rapora Talat bile hayran oldu…

14 Temmuz 1916 günü sabahın erken saatlerinde, Kara Kemal, Doktor Nazım ve Bahattin Şakir’i bir otomobile bindiren Talat, onları Enver’in Kuruçeşme’deki yalısına göndermişti…

Az sonra Enver’in huzurundaydılar; kendisine güvenen bir tarzda konuşan Kara Kemal söze başladı;

– Paşam! Yakup Cemil denilen adam hakkında seni daha önce defalarca kez uyarmıştık. Bu adamın yaptıkları artık bardağı taşırdı. Şimdi de Talat Bey ve size suikast tertipleyerek hükümeti devirmeyi planlıyor. Hem bu sefer yalnızda değil, yanında senin yaverin Mümtaz, arkadaşları Hüsrev Sami, Nail, Sapancalı Hakkı da var. Maksatları Harbiye Nezareti’nin çıkışında seni çapraz ateşe alarak katletmek! Fethi, Mustafa Kemal, İstanbul muhafızı Cemal Paşa, İzmir Valisi Rahmi gibi adamları iktidara getirmeyi kafalarına koymuşlar. Çok şaşıracaksın ama bu adamlar Hüsrev Sami’yi Hariciye Nazırı yapmayı düşünüyor!

Düşüncelerini açığa vurmama konusunda çok başarılı olan Enver Paşa, bu kez donup kalmıştı. Çerkes bir babaanneden yadigâr olan ince hatlı yüzünde hafif bir kızarıklık belirdi;

– Raporu nerde?

– Dâhiliye Nazırlığında…

– Hayret! Mümtaz dediniz Kemal Bey, gerçekten var mı bu işin içinde?

– Hem de nasıl efendim, şu kadarını söyleyeyim, eğer bu baskını Yakup Cemil denen o haydut yapmasa bile Mümtaz yapacak!

Enver Paşa’nın yıllardır en güvendiği adamı ve yaveri olan Mümtaz, aslında gayet dürüst, mert ve açık yürekli bir adamdı. Bu tip ayak oyunlarına da tevessül edecek bir karaktere sahip değildi. Olayın Enver’i de kahreden yanı bu olmuştu…

– Tamam, o zaman Kemal Bey siz çıkın, gereken yapılacak!

Ardından Dâhiliye Nazırı Talat Bey’i arayarak durumu istişare etmek istese de Talat, Enver’le yüz yüze görüşerek daha iyi ikna edeceğini bildiğinden, telefonda konuşmak istemeyerek, hemen Enver’in yanına geleceğini söyledi. Bir süre sonra bu kez de Talat gelmişti, hiç beklemeden söze girdi;

– Ah! Enver Bey kardeşim ah! Bak görüyor musun yıllardır himaye ettiğin adamları? Bizi mahvetmek üzereydiler ki polis merkezinin istihbaratı devreye girdi. İşte bu da; polis müdürü Bedri Bey’in hazırladığı ayrıntılı rapor…

Enver raporu okuyunca adeta çılgına döndü. Hemen ayağa kalktı çizmelerinin topuklarını birbirine vuraraktan deli gibi hem söylenip hem hızla volta atıyordu. Bu sırada Talat’a dönerek;

– Demek bu işe Mümtaz’da karıştı ha! Demek bize ihanet etti ha!

Talat fırsatı kaçırmadı;

– Baş suikastçı o zaten, ne zannettiniz Enver Bey?

Enver bir anda telefona sarıldı, aradığı kişi Merkez Kumandanı Cevat Paşa idi;

– Cevat Bey, ben Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver, şimdi derhal vakit kaybetmeden Yakup Cemil’i tutuklayınız!

Cevat Bey donup kalmıştı, çünkü polis müdürü Bedri Bey ne kadar uydurulmuş ta olsa bu önemli rapordan askeri erkânları haberdar etmemişti. Cevat Bey az sonra iki tane çavuş ile Yakup Cemil’e haber yolladı. Çavuşlardan biri rastladıkları Yakup Cemil’e Cevat Bey’in çağrısı üzerine Merkez Komutanlığı’na gelmesini söyledi. Her şeyden habersiz olan Yakup Cemil, şu an İstanbul Üniversitesi’nin rektörlük binası olarak hizmet veren Merkez Komutanlığı’na doğru yola çıkınca, alınan fevkalade tertibatı gözleri ile gördü. İçeri girdiğinde Cevat Bey’in makamına doğru yöneldi; odaya girdiğinde masasının başında ayakta duran Cevat Bey, sağında ve solunda duran emir subayları ile Yakup Cemil’i bekliyordu, selam verdi ama Cevat Bey selama karşılık vermeden tok bir ses tonu ile sert bir şekilde konuşmaya başladı;

– Yakup Cemil Bey! Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa’nın emri ile artık tutuklusunuz!

Tam bu esnada diğer inzibat subayları, çavuşlar ve görevli personel odanın içine girerek Yakup Cemil’in etrafını sardı. Şaşkındı, yaşananlara mana vermeye çalışıyordu, merak ettiği hususlarda yok değildi;

– Başkumandan, Paşa Hazretleri’nin emri ile mi?

– Evet!

Toparlanarak hazır duruma geçen Yakup Cemil;

– O zaman başüstüne…

– Arkadaşlar, Yakup Cemil Bey’i Bekirağa bölüğüne getiriniz!

Asla Silahını Vermeyen Adam

Onlarca asker eşliğinde Bekirağa bölüğünün bodrum katında bir hücreye kapatılan Yakup Cemil, üzerinde taşıdığı silahlardan hiçbirini kimseye teslim etmemişti. Belki de koca Osmanlı tarihinde ilk defa bir hükümet bir tutukludan silahını alamıyordu. Çünkü herkes biliyorduki Yakup Cemil için silah demek namus demekti…

Aslında tüm hazırlıklar yapılmıştı; Binbaşı Rıza Bey’in başkanlığında üç yüzbaşı, bir mülazım ve Adalet Bakanlığı’ndan bu iş için tayin edilmiş bulunan sorgu hakimi Vehbi Bey, soruşturma evraklarının tamamlanıp önlerine gelmesini bekliyordu. Bu iş bitince İstanbul Jandarma Komutanı olup Harp Divanı başkanlığına getirilmiş olan Selanikli Miralay Nafiz Bey, Yakup Cemil’i sorguya çekecekti. Ancak burada hiç bir mahkemenin başına gelmemiş trajikomik bir hadise vardı. Olaydan iki gün geçmesine rağmen Yakup Cemil’i kimse bu heyetin huzuruna çıkaramamıştı. Bırakın bunları bir yana, hala üstündeki silahlar bile alınmamıştı…

Çünkü hiç kimse hücresine girip bir açıklama yapmaya bile cesaret edemiyordu…

O, iki gündür sadece bir iskemlenin üzerinde oturuyor, yatağına yatmıyor, getirilen yemekleri yemiyor, hatta suları bile zehirleyebilirler düşüncesi ile içmiyordu…

Hücresinin önündeki koridorlarda süngülü nöbetçiler hazır vaziyette bekliyor, ama kimse kendisi ile temasa geçmiyordu…

Bu bekleyişe dayanamayan davadan sorumlu hakim Vehbi Bey, mahkeme başkanı Nafiz Bey’i ziyaret ederek, O’nu Yakup Cemil’in yanına gitmeye ikna etmişti…

Yakup Cemil’in hücresinden içeri giren Nafiz Bey, onu iskemle üzerinden yay gibi fırlamış vaziyette karşısında buldu. Tedirgindi, hatta korkuyordu. Kibar ve naif bir üslupla selam verdi;

– Selamun Aleyküm Yakup Cemil Bey…

Soğuk bir ifade ile mukabele eden Yakup Cemil;

– Aleyküm selam, buyurun, ne istediniz?

Nafiz Bey, Yakup Cemil’in umursamaz tavrını hissedince, hücredeki yatağın kenarına ilişti ve rahatının nasıl olduğunu sorarak, işi sonunda silahları teslim etmesi gerektiği meselesine getirmişti, bu esnada sıkıntıdan terlemiş hatta gözlüklerinin camları buhar yapmıştı…

Tam bu esnada cebinden gözlük camlarını silmek için bez çıkartmak için davranmıştı ki alnında buz gibi bir soğukluk hissetti…

Bu soğukluk, Yakup Cemil’in Navgand marka silahının namlusuna aitti…

Silah Navgand, namlunun ardındaki de Yakup Cemil olunca muhatabına sadece şahadet getirmek için vakit kaldığını çok iyi bilen Nafiz Bey haliyle paniklemişti. Birden ellerini kaldırdı, titreyen sesi ile “yanlış anladın Yakup Cemil Bey kardeşim, ben gözlüklerim için cebimdeki güderi çıkartıyordum” dedi…

Bayağı bir ileri gittiğini anlayan Yakup Cemil ise yine aynı tavır içinde;

– Affedersin birader, bilirsin ya bizimki de alışkanlık işte!

Nafiz Bey anlamıştı ki bu deli adamdan silahları asla istenmezdi. Bunu tecrübe etmek az kalsın bayağı bir pahalıya mal oluyordu. Tekrar ürkek bir şekilde ayağa kalktı ve “Allah’a ısmarladık” diyerek kendini nefes nefese hücreden dışarı attı…

Bu adamdan bu şekilde silah almak imkânsızdı. Mesele Merkez Kumanlığı’na intikal etti. Uzun uzun düşünen Kızanlıklı Cevat Paşa, nihayet bir çözüm buldu. Plan acilen devreye sokuldu; boylu boslu olmalarından dolayı inzibat subaylarından İhsan ve Vasfi Beyler bu işe memur kılındı. Bunlar da yanlarına Divan-ı harbin baş gardiyanı Ömer Çavuş ve Pehlivan Kara Emin’le, Ali Ahmet’i alarak süngüleri hazır vaziyette bekleyen hücre nöbetçilerinin arkasına sindiler. Tuvalete gitmek üzere olan Yakup Cemil’in arkasına doğru birden atılarak kollarını kenetlediler, dakikalarca süren bir boğuşmadan sonra onca adam Yakup Cemil’in silahını ancak alabilmişti. Silahları belinden alınan Yakup Cemil yine de bir kaza çıkmaması ve kimsenin zarar görmemesi için silahların dolu olduğunu bağırdı. Ayağa kalkan Yakup Cemil’in yüzünde beklenenin tersine bir gülümseme hakimdi, üstündeki tozları silkeledikten sonra hafifçe tebessüm ederek;

– Çok şükür silahımı ben teslim etmedim, siz aldınız!’’ Dedi…

Divan-ı Harp

Herkes kızmasını gürlemesini beklerken o gayet mutlu idi. Hatta çocuksu bir sevinç içinde hücresine döndü, kaç gündür değiştirmediği elbiselerini değiştirdi ve tam üç gün sonra mışıl mışıl bir uyku çekti…

Yakup Cemil, tutuklanmasının üzerinden dört gün geçmişti ki sorgulama heyetinin karşısına çıkarıldı. Tüm yaşananları büyük bir soğukkanlılık içinde anlatıyordu. Kimseyi hedef göstermemişti, belki de ilk kez hatalı olduğu davranışları kabul ediyor ama heyetten af dilemiyordu. Sorgu hakimi Vehbi Bey, sonunda beklenen sorulara geldiğinde Enver Paşa Suikastı dosyasını açtı. Bu suikastı nasıl ve niçin planladığı sorulduğunda sorgusu boyunca ilk kez kükredi;

– Enver Paşa Hazretleri’ne suikast mı? Hâşâ! Hâşâ! Ben dünya savaşı sonrasında memleketin gidişinin iyi olmadığını düşünüyordum. Hatta savunduğum barış fikirlerini kimseden saklamadım. Kara Kemal’den Talat’a hatta Sadrazam’a kadar herkese bu fikrimi söyledim, çünkü bunun doğru olduğuna inanıyordum. Hala da inanıyorum.

Ben böyle dedim diye sanmayın ki Talat ve Kara Kemal bana muhalif oldu; hatta bu fikirler hususunda beni cesaretlendirenler de onlardır. Sırf bu yüzden Harbiye Nezareti Müsteşarı Mahmut Kamil Paşa’ya bile müracaat ettim. Dediğim gibi sadrazam Said Halim Paşa’ya bile çıktım ki o da fikirlerim hususunda beni tasdik etti. Biz bu barış fikrini durup dururken uydurmadık, bizzat itilaf devletlerinin siyasi ajanları Enver Paşa’ya yakın olduğu için Sapancalı Hakkı Bey’le Romanya da irtibata geçerek bu barış teklifini getirdiler. Biz bunu da saklamadık. Şimdi hakim bey vatanın gidişatı kötü iken kendi fikirlerimizi söyleyemeyecek miyiz?

Ben bana bu konuda destek veren adamlar başka işler çevirdiği için daha doğrusu bu barış işini benim yanımda onaylıyor gibi gözükseler de asla yapmayacaklarını bildiğim için Bab-ı Âli’yi basacaktım ama bunun Enver Paşa ile bir ilgisi yoktu. Zaten bu düşünce olarak gelişse de fiiliyata asla dökülmedi, bu düşüncelerimden beni bizzat vazgeçiren de arkadaşım Sapancalı Hakkı Bey’dir!

Şok olan heyetin içinden sorgu hâkimi Vasfi Bey burada araya girerek ekledi;

– Peki, Bab-ı Âli’yi nasıl basacaktın? Hangi kuvvetle, hangi silahla?

Yakup Cemil hiç lafı dolandırmadan cevap verdi:

– Merkez Kumandanlığı’nda görev yapan Yüzbaşı Nevzat gerekli silah ve bombaları Meseret Oteli’ne zaten getirmişti. Divan-ı Harp Reisi Miralay Nafiz Bey’in yaveri Murat bunun yanında Dramalı Yahya Kaptanı ve 17 kişilik çetesini bu iş için ayarlamıştı. Ben baskın için Bab-ı Âli’ye girdiğim anda Jandarma yüzbaşısı Hasan Hoca bana selam verecekti. Onu da ayarlamıştım yani hiçbir direnişle karşılaşmadan Bakanlar Kurulu’na girip darbe yapacaktım. Eğer silahla direnen olursa öldürecektim…

– Ya bu esnada karşına Enver Paşa çıkarsa ne yapacaktın?

– Benim Enver Paşa hakkında planım olması söz konusu değildir. Bana yakın olanlar Onu nasıl sevdiğimi ve saygı duyduğumu bilirler. Fakat tam ben darbeyi yapacakken Enver Paşa’nın kendisi bana silah doğrultsaydı Allah kimin yaşamasını isterse o yaşardı!

Tüm heyet kaskatı kasılıp kalmıştı. Koca devlet erkânında sanki herkes bu adamcağızı itmiş bu heyetin huzuruna çıkarmıştı. İşler şimdi sarpa sarmıştı. İş artık neredeyse bu heyeti de aşan bir noktaya gelmişti. Yakup Cemil’den sonra içeri çağrılan Sapancalı Hakkı Bey’in ifadesi ise gerçekten dikkat çekiciydi;

– Bilmem gücünüz yeter mi ama bütün bunlar Talat’ın komplosudur. Bu iş normal bir suikast hadisesi değildir. Talat’ın ekibi Enver Paşa’ya yakın adamları nasıl tasfiye ederiz diye düşünüp O’nu tepede yalnız bırakmanın yolunu ararlarken karşılarına Yakup Cemil gibi bu işlere giren hiç kimsenin reddedemeyeceği bir fırsat geldi. Bu delinin suçu günahı yoktur. Hükümet devirmek, Osmanlı’yı barışa ikna etmek bunlar ne demektir hâkim bey? Yüksek zekânız bu işleri çözmeye yetmiyor mu? Talat denen adam hepimizi imha etmek istiyor tüm mesele bu! Her şey bir yana ortada yapılması için ramak kalmış bir darbeyi, bizzat darbeyi planlayanı ikna ederek önleyen benim, şimdi suçlu mu oluyorum?

Her şey aslında gayet açıktı. Heyet te durumu anlamıştı ama bu şartlar altında Divan-ı Harb’in vereceği karar merak konusu olmuştu. Zanlılara ait ifade zabıtlarını günü gününe takip eden Kara Kemal tüm evrakları endişe içinde Talat’a getiriyordu…

O esnada Teşkilat-ı Mahsusa’nın baş sorumlusu olan Eyüplü Hüsamettin Bey de tüm evrakları büyük bir titizlik içinde Enver Paşa’nın masasına bırakıyordu. Enver, tüm yazıları satır satır okuyor her okuyuşta daha çok hiddetleniyordu. Ancak bu hiddeti ortada dolaşan suikast planlarından değil Talat ve Kara Kemal’in siyasi manevralarını sezişinden kaynaklanıyordu. Şüphelilerden Yüzbaşı Nevzat, Yakup Cemil’in ifadesini doğrulayarak silah ve bomba hazırlıkları konusundaki iddiaları kabul etmişti. Divan-ı Harp reisinin yaveri Murat ta aynı şekilde suçunu kabul etmişti. Mesele aslında barış görüşmelerini bakanlar kuruluna iletmekten başka bir şey değildi. Bu kargaşa içinde hükümet devirmek diye bir olaydan bahsetmek mümkün değildi. Öyle ki gerçekten de Yakup Cemil’e barış konusundaki fikirlerinden dolayı Osmanlı Sadrazamı bile hak vermişti. Suçlu diye takdim edilen diğer tutukluların ise (özellikle Sapancalı Hakkı Bey’in) olası bir baskını önlemek için ellerinden geleni yaptıkları ortadaydı…

Ancak acaba Yakup Cemil’i bu konuda teşvik edenlerin asıl maksadı ve niyeti ne idi? Sorgu heyetini kara kara düşündüren husus ta buydu. Burada anlayamadıkları, daha doğrusu anlayıp da itiraf edemedikleri şey Enver-Talat mücadelesiydi. Sorgu odasına soktukları siyasi ajanları ile heyetin böyle bir kanaate vardığını öğrenen Talat ve ekibini bir telaşe sarmıştı.

Enver’in buna dair net verilere ulaşması demek, Talat ve ekibinin sonu demekti. Burada yapılması gereken tek şey Yakup Cemil’in ikna edilerek ifadesinin değiştirilmesi idi. Talat bu konuda yanına Kara Kemal’i çağırarak Nafiz Bey ve Merkez Kumandanı Cevat Paşa’dan yardım almasını ve Yakup Cemil’in hücresine giderek onu ikna etmesini emretti…

1916 Senesinin Eylül ayının 7. günü gece yarısından sonra saat 02’de Kara Kemal, Nafiz Bey ve beraberlerinde gelen bir subay Bekirağa bölüğünün karanlık hücrelerine indi. İçeriye sadece Kara Kemal ve Nafiz Bey girmişti, yanlarında gelen subay, nöbetçi askerlerle birlikte kapının önünde bekliyordu. İçeri iki kişinin girdiğini gören Yakup Cemil şaşırmıştı, bir an için idam mangasının geldiğini düşündü. Ancak gelen sadece iki kişiydi…

Fedai ruhlu bir yapıya sahip olan Yakup Cemil, siyasetin kaypak zemininde sergilediği karmaşık hareketlerle meşhur olup, sıfatı gibi kara ve karanlık olan Kemal Bey’i ezelden beri sevmezdi. Bu yüzden selamlarına soğuk bir şekilde karşılık vermişti…

Kara Kemal hemen söze girişti;

– Bak Yakup, açıkça ifade etmeliyim ki Enver Paşa seni harcıyor. Seni çoktan feda etti. O’nun asıl maksadı diğerlerini bu işten sıyırıp seni ipe göndermek. Halbuki, İttihat ve Terakki davasına onca hizmeti geçmiş senin gibi bir adam harcanır mı? Senin gibi kahramanlar kolay mı yetişiyor? Benim ve Talat’ın asıl maksadı seni kurtarmak, herkes seni gözden çıkarsa da biz bunu yapamayız. Bunun için mutlaka ifadeni değiştirmelisin çünkü işler karıştı.

– Sen bana arkadaşlarımı satmamı söylüyorsun, ben asla bunu yapamam! Onlara iftira atamam!

– Bu iftira değil böyle düşünme, buz gibi hakikat bu! Bak nerde Mümtaz, nerde Hüsrev Sami? Ellerini sallaya sallaya dolaşıyorlar. Sana reva mı bu? Hem bu barış işi için sanki tek sen mi uğraştın? Sapancalı Hakkı Bey de uğraşmadı mı? Peki niye kimse ona eğilmiyor da illa sana kafayı takıyorlar?

Bu sözler gece boyunca devam etti. Bu tip ayak oyunlarına alışık olmayan Yakup Cemil gibi saf ruhlu bir adamı kandırmak Kara Kemal gibi bir siyaset adamı için zor olmamıştı. Ancak onlar böyle görüşürlerken karşı hücreden tuvalete gitmek için çıkan Sapancalı Hakkı Bey, Kara Kemal ve Nafiz Bey’in konuşmalarına kulak misafiri olmuştu. Bu durumda Yakup Cemil’in kanacağını anlayan Hakkı Bey, hemen bu durumdan bir ulak vesilesi ile Enver Paşa’nın yaveri Mümtaz’ı haberdar etmişti. Konu hızla Enver Paşa’ya ulaşmıştı. Ortada riskli bir dava vardı ve Merkez Kumandanı’ndan, Mahkeme Heyeti Başkanı’na kadar herkes Talat’ın davadan sıyrılması için yardımcı oluyordu. Enver tüm düğümü çözmüştü. Ancak hala çözemediği ince detaylar da yok değildi. Bundan dolayı bu sıralarda Almanya Berlin’den gelen bir davet üzerine yurt dışına çıkmadan önce yakınlarına sıkı-sıkı “ben gelmeden sakın Yakup Cemil konusunda karara varmayın, bir şey yapmayın” demişti…

Ancak aç kurtlar gibi aportta bekleyen Talat ve ekibi bunu bir fırsat olarak gördüler. Enver ülkede yokken onları durduracak kimse olmadığı için haksız da değillerdi…

Oynanan bin bir türlü entrika ile Divan-ı Harp sonunda kararını vermişti…

Divan-ı Harp reisi Miralay Nafiz Bey ve birkaç arkadaşı, Yakup Cemil’in idamına; ikinci reis Muammer Bey ise ömür boyu hapsine taraftardı. Ancak ekseriyet mahkeme başkanının tarafından olunca karar idam olarak çıkmıştı…

Ömrü cephelerde geçen, mağlubiyete, ricata asla tahammül edemeyen, haini kesinlikle affetmeyen Enver Paşa’nın gözü kara fedaisi Kafkasyalı Yakup Cemil, vatana ihanet kanununun 14. maddesinin 6. fırkası gereği idama mahkûm olmuştu. Arkadaşlarından Sapancalı Hakkı Bey, Hüsrev Sami Bey ve Nail Bey Anadolu’nun muhtelif yerlerinde sürgüne gönderileceklerdi. Darbe için Dramalı Yahya Kaptan ve 17 kişilik gözü kara çetesini ayartan, Divan-ı Harp Reisi Miralay Nafiz Bey’in yaveri Murat’ın suçsuz olduğuna, Yakup Cemil’e darbe için silah ve bombaları veren Yüzbaşı Nevzat’ın da sadece kıt’asının değiştirilmesine karar verilmişti. Yahya Kaptan ve tüm çetesi de tahliye edileceklerdi…

Bir Yiğit Vardı…

Bu haberi alan Merkez Kumandanı Cevat Bey, eski silah arkadaşı Yakup Cemil’i kurtarmak için son bir gayretle Talat nezdinde girişimlerde bulunmuştu ama değişen bir şey olmayacaktı.

Hükmün okunması için Eylül ayının 11. gecesi Bekirağa Hapishanesi Müdürü İsmail Hakkı Bey, Yakup Cemil’in hücresine inmişti. Karşısında hapishane müdürünü gören Yakup Cemil nihayeti anlamıştı…

Elini tetik çeker gibi yaparak;

– Hakkıcığım böyle mi?

İki elini birleştirip idam ipi gibi yaparak;

– Yoksa böyle mi?

Diyerek sadece sonunun nasıl olacağını öğrenmek istemişti…

Hapishane Müdürü Hakkı Bey;

– Yakup Cemil Bey, vallahi ben de bir şey bilmiyorum. Sizi yukarıdan istiyorlar…

Yakup Cemil denilen efsane, fırtınalı bir hayattan sonra artık sona yaklaşmıştı. Tıpkı cepheye gidermiş gibi özenle giyinerek odadan dışarı çıktığında karşısında gördüğü kalabalık için;

– Bunca körpe vatan evladına yazık etmişsiniz. Benim gibi bir adam için buna değer mi? Demişti…

Onun için tam üç araba hazırlanmıştı. İlk gördüğüne bir hamlede bindi. Bir gardiyan çavuşu da hemen onun yanına ilişmişti. Savcı Yardımcısı Reşit Bey’le, Hapishane Müdürü İsmail Hakkı Bey de karşısına oturdu. Tüm arabaların etrafı süvari bölüğü ile kuşatılmıştı. Tüm kafile Eyüp semtine geldiğinde sabah yeni söküyordu. Edirnekapı mevkiine gelindiğinde ilerideki bir karpuz sergisini gören Yakup Cemil, ilginç biçimde karpuz yemek istemişti. Arzusu derhal yerine getirildiğinde etrafındaki askerlere de birer parça ikram etmişti. Silahtarağa köprüsünden geçildikten sonra Kağıthane Köşkü’nün yanındaki sırta gelindiğinde kafileye dur emri verilmişti. İnzibat Zabiti İhsan Bey, atından inerek ileride bir noktaya uzun bir sırık dikti. Bu esnada Yakup Cemil cebinden çıkardığı sigaraları ardı arkasına yakıyordu. Savcı Yardımcısı Reşit Bey, arabadan inerek, gür bir sesle idam hükmünü okumaya kalktığında Yakup Cemil kibarca muhalefet etti;

– Reşit Bey, lütfen okumayın. Ben idam edilme sebebimi çok iyi biliyorum. Ben sadece vatanı felaketten kurtarmak istedim o kadar. Ancak şunu unutmayın ki bugün beni ölüme gönderenler, yarın benimle aynı akıbeti paylaşacaklar…

Bu sırada idam mangasında görevli din adamı, son anında bazı telkinlerde bulunmak istese de, bunu da istemeyen Yakup Cemil;

– Hocam, zahmet etmeyin. Ben Allah’a vazifemi yaptım. Şu an ölüme giden bu adam ömrünü Müslümanların vatanına ve devletine adamıştır…

Savcı yardımcısı Reşit Bey tekrar araya girerek sordu;

– Vasiyetini yazabilir miyim?

Yakup Cemil’in yüzünü acı bir gülümseme kaplamıştı;

– Reşit Bey kardeşim malım yok ki benim, neyi vasiyet edeyim? Sadece şu yüzüğümle saatimi eşime verirsiniz. Benim çocuklarım ve ailem asla aç ve açık kalmaz, dostlarım onlara babalarını aratmaz.

Sonra görevli subaya dönerek;

– Zabit Efendi! Hükümetin emrini artık yerine getirin. Vazifenizi iyi yapın. Askerlerine söyle tam kalbime nişan alsınlar. Bizim gücümüzde, canımızda oradadır…

Son sözünü sordular; dudakları ile şahadet getirdiği anlaşılan Yakup Cemil, son kez kükredi;

– Yaşasın İttihat ve Terakki!

Ardından tiz bir düdük sesinden sonra on dört tüfek birden patlamıştı. Ancak bu on dört kurşun cemiyetin 36 yaşındaki fedaisini öldürememişti…

Tam yarım saat yerde çırpınarak can veren Yakup Cemil’in 4 nüfuslu ailesine, vatana hizmet kanunu çerçevesinde her bir bireyine ayrı ayrı olmak üzere 33’er kuruş maaş bağlanmıştı…

Ozan BODUR / Türk Yorum İnternet Sitesi

KAYNAKLAR:

Ahmad, Feroz, İttihat ve Terakki, Kaynak Yayınları, 3. baskı, 1986.
Ahmad, Feroz, İttihatçılıktan Kemalizme, Kaynak Yayınları, Kasım 1985.
Akşin, Sina, Jön Türkler, İttihat ve Terakki, İmge Kitapevi, 2. baskı, Kasım 1998.
Aydemir, Şevket Süreyya, Enver Paşa, 1., 2., 3. cilt, Remzi Kitapevi, 5. baskı, 1993
Cemil, Arif, Teşkilat-ı Mahsusa, Arba Yayınları, Kasım 1997.
Ertürk, Hüsamettin, İki Devrin Perde Arkası, Hilmi Kitapevi.1.Baskı.1957
Esatlı, Mustafa Ragıp, İttihat ve Terakki, Hürriyet Yayınları, Mayıs 1975.
Hiçyılmaz, Ergün, Teşkilat-ı Mahsusa’dan MİTe, Varlık Yayınları, 1990.
Hiçyılmaz, Ergun, Başverenler Başkaldıranlar, Altın Kitaplar, Ocak 1993.
Hiçyılmaz, Ergun, Osmanlıdan Cumhuriyete Gizli Teşkilatlar, Altın Kitaplar, Kasım 1994.
Karabekir, Kâzım, Enver Paşa ve İttihat Terakki, Tekin Yayınları, 1990.
Tunaya, Tarık Zafer, Türkiyede Siyasal Partiler (1859-1952), Arba Yayınları, 2. baskı, Kasım 1992
Yalçın, Soner, Teşkilatın İki Silahşoru, Doğan Yayınları,1.Baskı,Mayıs,2001

 

Yazan Editör - Oca 24 2018. Kategori İktibas. Bu yazıya yapılan yorumları takip edebilirsiniz RSS 2.0. Bu yazıya yorum yapabilir ve geri izlemede bulunabilirsiniz

Yorum yaz

Göndermeden önce alttaki eksik işlemi tamamlayınız. *

Ebed Bizimdir - Kuzey Kafkasya bölgesi ağırlıklı olarak, Türk-İslam coğrafyasından özel haberler, yorumlar ve makaleler.