El Hamse (İktibas)

Çeçenlerin Çardak’a ilk gelip yerleşmelerine birkaç yıl kadar olmuştu. İlk gelenlerden sonraki beş altı yıl içinde köye yeni gelenler oldu. 1865 yılından sonra bu artış hızlandı. İlk gelenler 15-20 hane ise de son yıllarda gelenlerle hane sayısı giderek artıyordu. İlk yıllarda yerleşik barınaklar az ise de son yıllarda yapılan muntazam ev sayısı artmaya başlamıştı. Çevredeki Ermeni ustaların çalışmalarıyla iki katlı evler bile yapılmaya başlanmıştı. Yerleştikleri yer Çeçenistan’ı da andırıyordu. Çevrede orman bol, pınarlar çağıl çağıl, buz gibi akıyordu. Hayvan beslemek için de Parpi’de meralar çok, ardıç ağaçlarının altı envai çeşit ot doluydu. Meralar yeterliydi. Lakin biraz yukarılarda asırlardır oraları yaylak tutmuş bir aşiretin obası her bahar hayvan sürüleriyle gelip yerleşiyor son bahara kadar oralarda hayvan otlatıyorlardı. Bu yaylaklar yüzyıllardır Tecirli aşiretiyle Afşar aşireti arasında çekişmelere, tartışmalara hatta savaşlara sebep olurdu.

Bu aşiretler Halep’ten Orta Anadolu’ya kadar olan bölgedeki yaylaklar yüzünden birbirleriyle boğuşuyordu. Çünkü her iki aşiretin de onbinlerce hayvanı olan sürüleri vardı. Bu sürülerin beslenmesi, bakılması gerekiyordu. Bir sürünün bakılıp yetiştirilmesi de, onbinlerce çil çil altın demekti. Bakılıp büyütülen, beslenip semirtilen hayvanlar Adana’ya, Halep’e indirilir, orada pazara sürülür, bu arada bir kısmı da eyalet valisi Paşa Hazretleri’nin sarayına hediye edilirdi.

Aşiretlerin binlerce mensubu ve çalıştırdıkları yüzlerce çoban ve yanaşmaları, Antep’ten yukarılara; Elbistan platosuna, oradan Uzunyayla’ya kadar yerleşirlerdi. Uzunyayla’dan, Orta Anadolu’ya kadarki yaylaklarda Afşar aşireti egemendi. Ancak zaman zaman bu aşiretler mezkûr yaylaklar yüzünden birbirine giriyor, meydan savaşı gibi dövüş oluyor, meydanlarda onlarca ölü ve yaralı kalıyordu.

Mohmad, Çardak’a gelip yerleşeli birkaç yıl oluyordu. Ailenin 25 yaşlarında ve en büyük oğlu idi. Çeçenistan’da Themlo (savaşçı) olmuş, Ruslara karşı savaşmış, akınlara katılmış, sonra da İnarl(General) Musa ile Mayor(Binbaşı) Saydulla’nın sözlerine inanıp ailesiyle birlikte Hunkarmohk’a (Hünkar’ın ülkesi) göç etmiş; meşakkatli, kahır ve acı dolu bir göç yaşamışlardı. Bu zor ve aylar süren yolculukta en sadık dostu ve yol arkadaşı, atı olmuştu. Onunla birlikte geçit vermez yalçın Kafkas dağlarından, Gürcü nehirlerinden, Anadolu’yu kuzeydoğudan güneye aşıp ta buralara ulaşmışlardı. Fakat ne yazık ki; o soylu ve vefalı dostunu geçen kış kaybetmişti.

Çeçen Mohmad da bütün Kafkasyalılar gibi atına çok düşkündü. Bir Çeçen için at, en önemli savaş aracıydı. Bir emir aldığında en kısa sürede hazırlanıp, atıyla birlikte toplanma yerinde olur, 24 saat içinde düşmana baskın verip tekrar köyüne, hiçbir şey olmamış gibi geri dönebilecek araç, gereç ve silaha sahip olurlardı. Bazen bu baskınlarda düşmandan mal da kaldırırlardı. Yükü ve savaşçıyı tekrar köyüne salimen ulaştıracak kadar güçlü ve dayanaklı atlara sahip olmaları gerekirdi. İşte bu yüzden Kafkasyalılar attan iyi anlar ve iyi atlara sahip olurlardı. Bir atla bir Çeçen arasında derin bir bağ ve kadim bir dostluk vardır. Kafkasyalılar, Türkiye ye göç ettikten sonra Hicaz’la İzmir arasında hangi tavlada iyi at var, hangi paşanın harasında asil kan bulunduğunu bilir, bulur, alırlardı. Bu yüzden Çukurova’da Ali Sait Bey, cumhuriyetten sonra Ceyhan’da ki Çeçenlerin topraklarını, korkutarak, korkutamazsa para ile, yine alamazsa harasında beslediği asil bir at karşılığında ellerinden almıştır.

İşte bu zaafla Köroğlu’nun küheylanını arayan Mohmad, o gün köyden yukarıya Parpi’ya yukarı doğru yürümeye çıktı. Yağlıpınar’ın alt yanlarına varmıştı ki, kendine doğru gelmekte olan bir atlı gördü. Biniciden ziyade kömür karası, ince belli bir Arap atı görüyordu sadece. Üstündekine dikkat bile etmedi. Atlı yavaş yavaş üstüne doğru geliyordu. Mohmad gözlerini ata dikmiş öylece olduğu yerde kalakalmıştı. Şimdiye kadar böyle bir at görmemişti. Kömür karası donunda, üstüne güneşin değdiği yer yalıma kesiyor, yaldır yaldır ışılıyordu. Yelesi az, uzun ve kıvrımlı bir boynu, üçgen kafalı, göğsü kabarık kaslı, kuyruğu kalkık ve uzun ince bacaklarıyla gökten inmiş, at neslinin şahı padişahı, El Hamse(*) soyundan bir attı sanki. Atlı yanına varınca; “Selamünaleyküm” dedi. Mohmad ancak kendine gelebildi ve “Aleykümselâm” diye atlının selamını aldı.

Atlı: “Sen kimsin, nerelisin. Burada ne arıyorsun?”
“Şu aşağı köyden, Çardaktanım” dedi yarım yamalak Türkçesiyle.
“Ya sen kimsin?”
“Ben de şu yukarıda ki Karahallı aşiretinin oba beyiyim. Sarıca Musa derle bana da. Bak sürülere çok yanaşma. İtler var parlarlar seni.” Dedi… Mohmad “peki” der gibi başını eğdi. Atın binicisine ancak o vakit dikkat etti. İpek abası poşusu, çuha şalvarı, kırmızı çizmeleriyle sıradan biri olmadığını anlamıştı. Lakin gözünü attan alamıyordu.
“Haydi eyvallah” dedi atlı.
“Marşğoyl…” (Güle güle)

Mohmad, ardıç ağaçlarının altında, pınar başlarında biraz oyalandıktan sonra aşağıya köye yöneldi. Gördüğü ata vuruldu sanki. O ne muhteşem attı öyle! Bu atı ele geçirmeliydi. Fakat nasıl? Aklı fikri at ta kalmıştı. Bu yoğun ve derin düşünceler içinde köye vardı. Bir iki arkadaşına durumu anlattı. “Bu atı almam, ele geçirmem lazım” dedi. Arkadaşları bu işin mümkünatı olmadığını ellerinden geldiğince, dillerinin döndüğünce anlatmaya çalıştılar. Satın almaya kalksa oba beyi atını satmazdı. Satsa bile istediği fiyatı Mohmad veremezdi. Lakin Mohmad atı her ne şekilde olursa olsun ele geçirmeye karar vermişti. Bunun da bir tek yolu vardı. Başka çaresi umarı da yoktu. Atı çalacaktı. Amma nasıl?

Ertesi gün tekrar yukarılara doğru çıktı. Bir tepeden aşiretin yerleştiği yerleri, çadırları, sürülerin otladığı otlakları ve sürü yataklarını gözledi. Atların bağlandığı yerleri belirledi. Her sürüyü koruyan iki üç kangal köpeği gördü. Ölçtü biçti, günlerce plan yaptı. Her tedbire bir çare bulurdu da, illa şu kangal köpekleri işini bozuyordu. Kangal köpekleri de doğrusu insana ürperti veriyordu. Adamın yarı beline gelen boyları, iri kafaları, kaslı çeneleri ve kalın boyunlarıyla, kurt sürüsüne dalan bu köpekler bir yabancı için büyük bir tehlike olurdu.

Arkadaşlarından biri, insan anadan üryan soyunursa köpeklerin saldırmayacağını ve bir zarar vermeyeceğini söylemişti. Bu tedbir kafasına yattı. Köpekler saldırırsa çırılçıplak soyunacaktı. Akşam olmadan çadırlara yakın bir sazlığa girip bekleyecek gece yarısı da atı alıp uzaklaşacaktı. Birkaç gün sonra ikindi vakti kimseye görünmeden sazlığa girdi. Köpekler için biraz et almıştı yanına. Eğer köpekler saldırırsa onlara et atacak yatıştıracaktı güya. Yavaş yavaş, çıtırtı etmemeye çalışarak bir yılan gibi sürünerek, yaklaşmaya başladı. Artık çadırlardakilerin seslerini duyuyor, konuşmalarını anlıyordu. Köpekler saldırırsa diye tedbir olarak şimdiden çırılçıplak soyundu. Yere yapışıp toprakla bir olmaya uğraşıyor, bu arada sazların otların dalları, yaprakları sağını solunu dalıyor, canını yakıyordu ya, şu mübarek küheylan için değerdi doğrusu. Gece yarısını beklemeye başladı. Bir süre öyle geçti. Bir çıtırtı ile irkildi. Üzerine doğru gelen bir hışırtı vardı. Dikkat kesildi. Çıtırı, hışırtı giderek artıyor, yaklaşıyordu. Başını kaldırıp bakınca biraz ilerisinde sazların üzerine serili, sakız gibi beyaz kadın iç çamaşırları gördü. Gözlerine inanamıyordu. Bir kırmızı inek iyice yaklaştı sazların üzerinde serili bir kadın donunu çekti aldı, çiğnemeye başladı. Mohmad hemen kendi çamaşırlarını topladı. İnek donu çiğnedi yuttu, tadını da beğenmemiş olmalıydı ki, yayılarak döndü gitti. Çok geçmeden çamaşırların serili olduğu yere iki kadın geldi. Ve ardından bir vaveyla koptu. Genç olanı feryat ediyordu.

“Aba! Aha buraya donumu serdimdi, yok!”
“Nereye gitti? Buraya sersen burada olurdu. Hınzır seni.”

Zaten üstüne kuma gelen bu tazeden hoşlanmıyordu yaşlı olanı. “Demek donunu birine verdi” diye düşündü. Bağırtı çağırtı ile kadınlar çadırların yanına doğru uzaklaştı.

Lakin, tazenin donunun kaybolduğu, çadırlarda hemen duyuldu. Mohmad, bulunduğu yerden bütün konuşmaları duyuyor ve anlıyordu. Oba beyinin kükreyen sesi, Berit dağında yankılanıp dalga dalga Parpi’den aşağı yuvarlanıyor, haykırmaları Ericek üstünden Esendere de kayboluyordu.

* * *

Tecirli aşireti, yüzyıllardır buraları yaylak edinmiş, hayvan beslerlerdi. Ancak her türlü zarar ve ziyandan da geri durmazlardı. Diğer aşiretlerle çatışır, geçtikleri yerlerdeki ahaliye zarar ve huzursuzluk verirlerdi. Yüzyıllardır süregelen bu şikayetlerden bizar olan Devlet-i Ali Osmani, bu aşiretlerin kat ve ziyanlarını sona erdirmek için onları Çukurova’ya iskân kararı aldı. Bu iskan, aşiretlerin bu zarar, ziyan ve baştanımazlıklarını bitirmek, hem de Çukurova’daki mümbit ve boş yatan arazileri ziraata açmak istiyordu. Gel gör ki, aşiretler Çukurova’da yerleşmek istemiyorlardı. Hem toprağı ekip biçmeyi bilmiyor, hem de Çukurova’nın sarı sıcağından, sıtmasından kırılıyorlardı. Şu dörtlük aşiretlerin bu hallerini iyi anlatır.

“Garbi yeli eser bir sıcak çöker
İçilmez suları yosunlu kokar
Geceler yatılmaz ivezi sokar
Soğuk sulu yaylalarım kal kalan.”

İskân birkaç yıl içinde tamamlanacaktı. Ancak hala yaylaklarda kalan aşiretlerin son kalıntıları iskâna karşı direniyordu. Parpi’deki yaylakta konan Karahallı obası, bu direnen aşiretlerin son temsilcileri idi.

Oba beyinin iki karısı vardı. Yaz başında aşağı köylüklerin birinde güzel bir kız gördü. Usulü erkân ile istedi ve üçüncü karısı olarak aldı. Fakat güzel kız başkasına sevdalıydı. Bunu beyin yüzüne karşı da söyledi. Ama bey aldırmadı. Babasının avucuna sarı liraları saydı. Kızı çekti aldı, kemik yaylasına götürdü. Öteki avratlara da iyice tembihledi. “Bu geline eyi sahabolun. Gözü dışarlak gibi. Bir hal olursa kemiklerinizi kırarım.”

Üstlerine kuma gelen eski iki kadın yeni gelini hazmedemiyor, kabullenemiyorlar, onu kötülemek, karalamak için bahane arıyorlardı zaten. Bunu da fırsat bildiler.

Mohmad, bu hengâmede atı almanın, götürmenin mümkünatı olmadığını anlayarak, sessizce geldiği gibi sazlıktan çıktı, düşüne düşüne aşağıya doğru yollandı. Aşağı inerken bastığı yeri görmüyordu. Bir geven çalısının üstüne kapaklandı. Her yanını geven dikenleri daladı. İyice sinirlendi. Gevene de, çalıya da, obaya da, atına da, oba beyine de söylene söylene köye vardı.

Bütün gece boyunca oba beyi aldı, verdi. Boşa koydu dolmadı, doluya koydu almadı. Bu namus lekesiydi. Üçüncüye aldığı avrat daha üç aylık gelinken donunu birine kaptırmıştı. Bu namus belasından nasıl kurtulacak, bunu nasıl temizleyecekti. Aklı almıyor, kat kat yün döşeklerde dönenip duruyordu. Gelen adam, bunca insan, bunca köpeklerin arasından nasıl obaya, çadırlara kadar sokulabilmişti?

O gece Modmad da düşündü durdu. Sabah horozları ötmeye başlamıştı ki; kafasından ışık hızında parlak bir düşünce geçti. Oba beyi namusu lekelendi diye çılgına dönmüştü ya, meselenin aslını bilse kim bilir nasıl rahatlayacaktı.

Mohmad sabah kuşluk vakti Parpi’ye, yaylalara doğru yürüdü. Yumşakdaş’ın üst yanlarına vardığında sürüleri ve köpekleri kollayarak çadırlara yöneldi. Yaklaşınca geldiğini bildirmek için seslendi. Çadırlardakiler bir gelen olduğunu görünce köpekleri tuttu. Mohmad, en büyük çadıra doğru yürüdü. Çadıra varınca selam verdi, beyi aradığını söyledi. Hemen içeri buyur ettiler. Hoşbeş ve ayran ikramından sonra, oba beyi Sarıca Musa; “Buyur ağa, ne istedin, bir ihtiyaç mı hâsıl oldu?”

Mohmad, oba beyine; atını çalmak istediğini, nasıl geldiğini, bu iş için sazlığa nasıl girdiğini, bu esnada da gelinin donunun alındığını veya çalındığını, duyduğu konuşmalardan anladığını tek tek anlattı. Ayrıca bu durumun, beyin canını ne kadar sıktığının farkında olduğunu da usulünce anlatmaya çalıştı.

“Bak şimdi Musa Beg; mesele senin bildiğin gibi değil. Bildiğim gördüğüm her şeyi anlatacağım ve sen de hakikati öğreneceksin. Lakin bir şartım var.”

Oba beyi duyduklarına şaşırmış, bir yandan umutlanmıştı. Geline gelen oynaşını tanıyor, yerini mi biliyordu acaba? Adını dese, yerini bildirse, akşama vardırmaz elini kanında yıkardı o ırz düşmanının. Bu Çeçen’e de ne istese verirdi.

“Eee; söyle bakalım. Şartın nedir? Ne istersin benden?”
“Şartım senin siyah atındır. Bu siyah atı bana verirsen her şeyi anlatırım. Sen de bu sıkıntıdan kurtulursun.”

Oba beyi şaşırdı. Bu Çeçen deli olmalı diye düşündü. Nasıl isterdi soylu Arap atını ondan? Hemen kapı dışarı etmek geçti içinden. Kafasında düşünceler harman oldu, birbirine karıştı. Kızardı, bozardı. Ne diyeceğini, ne edeceğini bilemedi. Merak etti bu adam ne anlatacak acep diye. Bir şeyler görüp bilmese buraya gelmez, gelip te her şeyden aziz bildiği soylu Arap atını ondan istemez, isteyemezdi. Biraz düşündü.

“Peki dedi. Anlatacakların doğruysa, aslı astarı varsa, işime yarar, derde deva olursa veririm sana atı. De söyle bakalım ne diyeceksen.”

Mohmad gördüklerini yarım yamalak Türkçesiyle bir bir anlattı. “Buralara benden başka gelen giden yok. Gelinin donunu ne kimse aldı ne de o kimseye verdi. Donu şu kırmızı inek yedi. İstersen kes, karnını yar bak. Parçaları hâlâ duruyordur.”

Oba beyi bir an ne diyeceğini şaşırdı. Sırtından Berit dağı kalmış gibi hafifledi. Hemen obanın yaşlılarını, yanaşmalarını çağırdı. Onların huzurunda bir daha anlattırdı. Çeçen’in anlattıkları doğru olsa da olmasa da önemi yoktu artık. Gelinin namusu, Sarıca Musa beyin namı, onuru ve haysiyeti ve de gelinin donu aklanmıştı. Verdiği sözden dönmek yiğitliğine, beyliğine yakışmazdı.

Bey: “Çeçenoğlu” dedi, “bu at Peygamber efendimizin kutsadığı El-Hamse soyundan asil bir attır. Bu ata iyi bak. At senindir. Helali hoş olsun.”

*El Hamse : Hz. Peygamber bir at sürüsüne seslendiğinde eline gelen beş soylu at.

Ali BOLAT

Kaynak: Yitik Kule, Çeçen Kültür Yıllığı, 2017

 

Yazan Editör - Nis 15 2018. Kategori Gündem, İktibas, Kültür Sanat, Türk İslam. Bu yazıya yapılan yorumları takip edebilirsiniz RSS 2.0. Bu yazıya yorum yapabilir ve geri izlemede bulunabilirsiniz

Yorum yaz

Göndermeden önce alttaki eksik işlemi tamamlayınız. *

Ebed Bizimdir - Kuzey Kafkasya bölgesi ağırlıklı olarak, Türk-İslam coğrafyasından özel haberler, yorumlar ve makaleler.