23 Şubat 1944 – Baba Kalbim Çok Acıyor

İmam Şamil’in 1859 yılında teslim olmasının ardından Çeçenler, Dağıstanlılar ve sonrasında Çerkesler sürgün ve soykırıma uğradıktan sonra Rus işalciliği bitmedi. Çar’ı deviren Rus komünistleri de Kuzey Kafkasyalıların başına bela oldular. Komünistler, düzenlerini oturtup belirli bir güce erişene kadar Kuzey Kafkasya ile pek oralı olmadılar ve Kuzey Kafkasya ile iyi geçindiler. Ama 2. Dünya Savaşı’nda Almanları yendikleri andan itibaren gözlerini Kuzey Kafkasya’ya diktiler.

Doğrusu, Lenin ve Sultan Galiyev döneminde komünistler, Kafkasyalılar ile çatışmak yerine yerli halkla iyi geçinerek ve bu yolla ideolojilerini benimseterek bölgeye hakim olma gibi bir taktik benimsediler ve bölgeyi bu düşüncelerine uygun politikalarla yönetmeye çalıştılar. Ancak Lenin ve Galiyev sonrası iktidarı ele geçiren Stalin isimli vahşi katil, Kuzey Kafkasya’yı kan denizine çevirdi.

Stalin’in eseri olan 1944 Kafkas sürgünlerini yalnızca Çeçenler yaşamadı; hem Çeçenler ve hem de Karaçay – Malkar Türkleri, Ahıska Türkleri ve Kırım Tatarları için 1944 yılı tam bir vahşet dönemiydi. Rusların sürgün ve soykırım projeleri bu yılda, dünya üzerinde daha önce görülmemiş çapta bir vahşete ve soykırıma dönüştü.

Aşağıdaki şiirin yazarı  Çeçen İçkerya Cumhuriyeti 2. Devlet Başkanı Zelimhan Yandarbiyev, neredeyse tamamı Sibirya sürgününde doğmuş Çeçen devlet adamlarındandır. Cahar Dudayev’in yaktığı bağımsızlık ateşinin ideologu, askeri ve sanatçısıdır. Ve Çeçenlerin, 2. Dünya Savaşı biter bitmez Stalin’in emriyle Sibirya ve benzeri buzdan diyarlara sürülerek katledilmesini şöyle anlatır:

"o yılın kışı işte, o yılın,
 sivri bir kama misali,
 insanlığın bağrına saplanıp ta yaşanan,
 kışı işte o yılın.
 o yılın hiç yazı olmadı ki,
 kanayan yüreğimin yarası hiç kapanmadı ki!
 içimi yakarak o yılın kışı,
 on üç buzlu ayaza dönüştü,
 ve daha bir başka soğudu,
 tam tamına on üç kez.

Sibirya'da donup kalmış on üç yıl,
 saplanır içime on üç anıt gibi…
 on üç yıldan uzun süren tam on üç yaraya,
 çare olmaz zaman denen sonsuzluk."

Stalin, uzunca zaman planladığı Kafkasya’yı “yerlilerden” temizleme projesini hayata geçirmek için ilk ciddi fırsatı, 2. Dünya Savaşı biter bitmez buldu. 2. Dünya Savaşı’na katılan bütün ülkeler, savaştan yeni çıkmanın yorgunluğunu yaşıyordu ve hiçbir devlet, başka bir devletin veya halkın hakkını gözetecek durumda değildi.

1944 yılının Şubat ayı, tam da Stalin’in kolladığı bir zaman dilimiydi ve soykırıma dair atılacak her adım ve her şey, Stalin tarafından en ince ayrıntısına kadar planlanmıştı.

23 Şubat 1944 tarihinde, yani Kızıl Ordu kutlamalarının yapılacağı gün, Karaçayların, Malkarların, Kırım Tatarlarının ve Ahıskaların da yaşadığı soykırım, Çeçen topraklarında da başladı. Kızıl Ordu kutlamalarının yapılacağı ve herkesin katılması gerektiği bahanesiyle Çeçenlerin köy, kasaba ve şehir meydanlarında toplanmaları sağlandı.

Çeçenler içerisinde, Alman birliklerine karşı savaşmış ve Kızıl ordu tarafından madalyalarla ödüllendirilmiş yüzlerce Kızıl Ordu askeri olmasına rağmen, köy ve şehirlerin meydanlarında yapılan anonslarda Çeçenlerin, Almanlarla işbirliği yaptıkları ve hemen o saat itibariyle bir daha evlerine dönemeyecekleri, başka yerleşim yerlerine gönderilecekleri  söylenmeye başlandı.

Stalin, soykırım işini en güvendiği Kızıl katillerden Beriya’ya vermişti ve doğrusu Lavrent Beriya, görevini gayet muntazam bir şekilde yerine getiriyordu.

Meydanlarda, Kızıl Ordu kutlamaları için toplandıklarını sanan Çeçenler, Rusça okunan anonslara pek anlam veremeseler de, kısa süre içinde bütün meydanların Rus askerleri tarafından çevrilip, kilit noktalara yerleşmiş makineli tüfeklerin namluları üzerilerine çevrildiklerinde acı gerçekle yüz yüze geldiler.

Stalin’in tetikçisi Beriya isimli alçak, görevini gerçekten de çok iyi yapıyordu. Çeçenlerin toplanacakları meydanları kontrol altına alacak on binlerce asker, günler önce köylere, kasaba ve şehirlere konuşlandırılmıştı. İnsanları ölüme taşıyacak olan trenler, ağır silahlar, erzak, mühimmat gibi askeri ihtiyaçlar haftalar önce karargahlara yığılmıştı.

Sonraları SSCB’den kaçarak İngiltere’ye iltica eden NKVD subayı Albay Tokayev, hadiselerin kendi şahit olduğu bir kısmını şöyle anlatır:

“Henüz 1944 yılında, Kuzey Kafkasya ve özellikle Çeçen-İnguş bölgesi NKVD (Stalin’e bağlı İçişleri Bakanlığı Halk Komiserliği) mensuplarınca doldurulmaya başlandı. Kızıl Ordu Günü arifesinde, her yerde mitingler düzenlendi. sonra NKVD albayı kürsüye gelerek seslendi:

– “Esas mevzua girmeden evvel şunu haber vereyim ki, her taraf NKVD birlikleriyle çevrilmiştir ve bütün firar teşebbüsleri derhal ve yerinde kurşuna dizilerek cezalandırılacaktır.”

Ahali neye uğradığını anlayamadı. Albay elini kaldırarak başının üzerinde bir daire çizdi. Bu askeri bir işaretti. Etraftan mitralyözler şakırdayarak onun sözlerini teyit etti. Birkaç Çeçen kamalarını çekerek albayın üzerine atlamaya teşebbüs ettilerse de, makineli tüfeklerin ateşi onları birer yaprak gibi düşürdü. Biri firara kalktı, onu da mitralyöz ateşi biçti. Genç bir Çeçen, mitralyözcünün üzerine atıldı. O da aynı akıbete uğradı. Sağ elinde bir tabanca, sol elinde de Milli Emniyet Komitesi’nin kararnamesini tutan albay sözlerine devam etti:

– “Adil ve âkil Stalin siyaseti, sizin çok milliyetli sosyalist vatanında inkişaf etmeniz için her şeyi yaptı.”

Herkes başları önünde bu sözleri dinliyordu. Fakat albay bütün Çeçenleri, Almanlarla iş birliği yapmakla suçlayınca, bütün halk, bir ağızdan bağırmaya başladı:

– “Yalan, iftira! Biz Almanlara yardım etmedik!”

Her yerleşim yerinden yüzlerce ve binlerce Çeçen, çok kısa sürede askeri kamyonlara balık istifi doldurularak, yaşadıkları yere en yakında olan tren istasyonlarına getirildi. Tren istasyonlarının hepsi askeri kuşatma altındaydı ve sürgüne gitmeyi reddeden herkes, ateş açılarak olduğu yerde öldürülüyordu. Kısa süre içerisinde insanlar, içinde yiyecek, giyecek, ilaç ve hiçbir insani ihtiyaç malzemesinin olmadığı yüzlerce ve binlerce boş hayvan vagonlarına dolduruldu. Köylerde, kasaba ve şehirlerde direnenler ve dağlara kaçmaya çalışanlar vuruldu. Bir çok yerleşim yeri, kaçmayı başarabilen çok az sayıdaki insanın da sonradan işine yaramaması için yakılarak veya yıkılarak kullanılmaz hale getirildi.

Dünya tarihinde belki de emsali görülmemiş bir süratle, birkaç gün içerisinde yaklaşık 700.000 Çeçen, arkalarında korkunç hatıralar bırakarak yurtlarından sürüldü. Trenler, askeri kamyonlar ve diğer sevk araçları, hiçbir şekilde durmuyordu. Sürgün edilenlerin, yanlarına 20 kilodan fazla bagaj almaları yasak olduğu için hiçbir ihtiyaç maddesi yoktu. Su, yiyecek ve temizlik için çok kısa sürelerde verilen molalar ise bir tuzaktı ve ilk molalarda vagonlardan inenler, ayakları yere değer değmez öldürülmüştü. Vagonlar cenazelerle dolmuştu ama cenazelerin toprağa gömülmesine bize izin verilmiyordu. Ölüm yolculuğunun kısa süreceğini düşünerek, cenazelerini gittikleri yerde İslam’a uygun bir şekilde defnetmek isteyenler, çaresizce cenazelerini saklamaya çalışıyorlardı ama hepsi trenlerden ve diğer araçlardan yollara atılıyordu. Ağır hastalığı olanların hastalıkları kısa sürede diğerlerine de bulaşıyordu ve ölümler her geçen saat katlanarak artıyordu. Ve bu şartlarda, sürgüne gönderilen yaklaşık 700.000 (bu rakam Sovyet resmi yazışmalarında 500.000 civarıdır) kişinin %20’si daha ilk birkaç gün içerisinde, silahlı cinayetler, hava şartları, açlık, susuzluk ve hastalık yüzünden yollarda öldü.

Lavrent Beriya’nın, 29 Şubat 1944 tarihinde Stalin’e yazdığı rapor mahiyetindeki mektup, aslında katliamın ne kadar profesyonelce hazırlandığını ve ne kadar süratli gerçekleştiğini özetlemektedir. Beriya, Stalin’e şöyle demektedir: Çeçen ve İnguşların yeniden yerleştirilmelerine yönelik operasyonun sonuçlarını bildiriyorum. 23 Şubat günü, yeniden yerleştirme, yüksek dağlık bölgeler haricinde, bölgelerin çoğunda başladı. 91.250 İnguş da dahil olmak üzere 478.479 kişi tahliye edildi ve özel demiryolu trenlerine bindirildi. 180 özel tren dolduruldu, bunlardan 159’u yeni belirlenen yerlere gitti.”

Boşalan yerleşim yerlerine başka yerlerden zorla göç ettirilerek Dağıstanlılar, Asetinler, Ruslar ve başka başka insanlar yerleştirildiler. Birkaç gece içerisinde tamamen boşaltılan Çeçen topraklarına dair tüm haritalar, resmi kayıtlar ve istatistiksel bilgiler temizlendi. Geride hiçbir tarihi ve ailevi bağ kalmaması için mezarlar, camiler ve mescitler bile tahrip edildi. Demografik yapı, ileride halklar arasında ciddi krizlere sebep olacak kadar değiştirildi. Ki zaten bu yüzden, sürgün sonrası büyük çatışmalar yaşandı.

Sürgün yolculuğu bittiğinde de işkence sürdü. Sağ olarak ölüm yolculuğundan kurtulan yüz binlerce insan, Kırgızistan, Özbekistan, Kazakistan ve Sibirya’nın en soğuk ve işe yaramaz bölgelerine yerleştirildi. Yerleştikleri yerde her 10 ev, bir polis tarafından sürekli gözetim altında tutuldu ve bu sürgün bitene kadar sürdü. Hiçbir Çeçen, yaşadığı yerden 3 kilometreden fazla uzaklaşamıyordu, çünkü yasaktı ve cezası anında ölüme kadar gidebiliyordu. Buna rağmen Çeçenler, tarih boyu olduğu gibi, Rus boyunduruğunu sürgündeyken de reddettiler. Yaşama tutunmaya çalıştıkları yerlerde Ruslarla hiçbir şekilde sosyal münasebetleri olmadı ve tüm baskılara direndiler. Kırgızlar, Özbekler ve Kazaklar ise bu lanetli(!) kavimden çoğunlukla uzak durdular, çünkü Ruslar onlar hakkında çoktan “insan yiyen yamyam bir kavim”  propagandası yapmıştı ve Çeçenlerle komşuluk zaten yasaktı ve suçtu. Soykırım, çeşitli şekillerde bu sürgün yerlerinde de sürdü ama Çeçenler, Ruslara boyun eğmemeye kararlıydılar ve öyle yaşamaya devam ettiler.

Bu manzarayı, kendisi de 8 yıl Stalin sürgünü yaşamış olan rejim muhalifi yazar Aleksandr Soljenitsin, 1970’li yıllarda yazdığı Gulag Takımadaları eserinde şöyle anlatmıştır:

“Bu şartlarda teslim olmayacak, itaat etmeyecek bir millet yoktu. Hem de sadece birkaç isyancı değil, bütün bir millet direniyordu. Onlar Çeçenlerdi… Tüm yerleştirilenler arasında Çeçenler tek başlarına kuvvet ve cesaretlerinin kırılmadığını gösterdiler. Haince evlerinden sürülmüşlerdi ve o günden sonra hiçbir şeye inanmadılar… Çeçenler asla patronlarını sevindirmeye, onlarla iyi geçinmeye çalışmadılar; davranışları her zaman mağrur ve açık bir şekilde düşmancaydı. Ve sıra dışı olan şey şuydu; herkes onlardan korkuyordu. Kimse onların daha önce yaşadıkları gibi yaşamalarına engel olamadı. Yaşadıkları yeri 30 yıl boyunca yöneten rejim, onları kurallarına saygı göstermeye zorlayamadı.”

Kitle halinde cinayetler, sadece sürgün yolunda ve sürgün bölgelerinde yaşanmadı. Sürgün için kuşatılan Çeçenya’daki yerleşim yerlerinden bir çoğunda vahşi katliamlar yapıldı. Bunlardan sadece birkaç tanesi kayıtlara geçebildi ve diğer katliamların da nasıl yaşandığını gösteren örnekler olarak  tarih sayfalarına geçtiler.

1- Haybah Köyü Katliamı:

27 Şubat 1944 günü, Haybah isimli köy kuşatılır. Çevre aullardan da oraya getirilenlerle birlikte 700 Çeçen en yakın istasyona nakledilecek ve oradan da Sibirya’ya gönderilecektir. Ancak Haybah köyü en yakın toplama ve intikal noktasına bile çok uzaktır. Kızıl Ordu askerleri bu köyün sakinlerinden bir kısmını, Kızıl Ordu emirlerinde geçen “taşınmazlar” sınıfına kaydederek, nakletmeyi gereksiz gördüler.  Yaklaşık 700 kişiyi bulan “taşınmazları”, büyük bir ahıra doldurup, kapılarını ve pencerelerini kilitlediler. Sonra ahır ateşe verildi. Kadınların ve çocukların yanarken attıkları çığlıklar dünyanın hiçbir yerinde duyulmadı. Son bir hamleyle kapıdan çıkmayı başarabilenleri de Rus makineli tüfekler biçti. Haybah köyü tamamen yok edildi. Yakılarak öldürülenlerin en yaşlısı 110 yaşındaydı, en gençleri de yeni doğmuş Hasan ve Hüseyin isimli ikizlerdi. Bu katliamı gerçekleştiren 711 Kızıl Ordu askeri, görev liyakat nişanı ile ödüllendirildi. Bunlardan biri de Stalin’in gözdesi  Lavrent Beriya‘ydı.

2- Galançoy Gölü Katliamı

Sotni köyünde toplanan binlerce Çeçen, kafile halinde, donmuş haldeki Galançoy isimli göle doğru yürütülür ve buz tutmuş gölün karşı kıyısına kestirmeden gitme bahanesiyle, buzun üstünden geçmeleri istenir. Aslında gölün üzerindeki buzun, bu kadar sayıdaki insanı taşıyamayacağını Kızıl Ordu subayları bilmektedir. Kafile tam gölün ortalarındayken buzlar korkunç çatırtılarla kırılmaya başlar ve insanlar göle gömülerek topluca boğularak ölürler. Orada ölen Çeçenlerin sayısının binlerce olduğu söylenir.

3- Tiysta Köyü Katliamı

Haybah’a komşu olan Tiysta Köyü sakinlerinden, 1892 doğumlu Ahmed Muradov şöyle anlatıyor:

“Haybah ile, seslensek birbirimizi duyacağımız kadar yakın köylerdik. 8 kişilik ailem ve ben tifo hastalığına yakalanmıştık ve bu yüzden götürülmemiştik. Pazar günü, oğlum su getirmek için dışarı çıkmıştı. Suyu getirdiğinde Haybah’tan silah sesleri geldiğini, köpeklerin havladığını ve köyün üzerinde bir duman olduğunu söyledi.

Çok geçmeden bizim evimizin penceresine ateş edildi. Duvardan kopan parçalar üzerime düştü. Akşam üzeri ise askerler gördüm. Ellerinde ateş açmaya hazır şekilde silahlar vardı. İki tanesi omuzlarımdan yakalayıp bahçeye çıkardı. Ateş emrini duydum. Silahın çınlamasının ardından yere düştüm, çenemden yaralanmıştım. İtiş kakış sırasında kolum da kırılmıştı. Üçüncü bir asker daha olduğunu fark ettim, sırtıma süngü dayamıştı. Süngüyü omzumdan vücuduma doğru itiyordu, çok acı veriyordu. Sonrasında beni yere attıklarını hatırlıyorum, kendimi kaybetmiştim.

Kendime geldiğimde sürünerek eve gitmeye çalışırken, bahçede annem Rakka, kız kardeşim Zari, erkek kardeşim Umar, 8 ve 6 yaşlarındaki oğullarım Şamana ve Uvays ile 8 yaşındaki yeğenim Aşo’yu vurmuş olduklarını gördüm. Şamana henüz ölmemişti. Bana baktı ve “baba çok acıyor” dedi. Bunlar onun son sözleriydi. Kızımı ise bulamadım.

Kendime mezar yapabilmek için sağlam elimle bir çukur açmaya çalıştım, sonra yeniden bilincimi kaybettim, kendime geldiğimde, bahçede bir asker gördüm ve hemen gözlerimi kapadım. Yaşadığımı fark etse beni vururdu. O çukurda 3 gün kaldım. Sürünerek dağlara doğru gitmeye çalışırken arkamdan birinin geldiğini fark ettim. Gelen kişi, beni arayan amcam Ali’ydi…”

Benzeri katliamlar, Çeçenistan’ın hemen her yerleşim yerinde yaşandı. Soykırımdan ve sürgünden dağlara kaçabilen 2.000 kişi kadar insan kurtulabildi. Bir çok aile dağıldı ve yok oldu. Aynı soykırım ve sürgün vahşetini, dünyanın gözleri önünde Karaçay Malkarlar, Ahıska Türkleri ve Kırım Tatarları da yaşadılar.  Kafkasya’nın, tarih boyunca Rus işgaline direnen bütün yerli nüfusu dağıtıldı.

Stalin’in ardından Sovyetler Birliği’nin başına geçen Nikita Kruşçev, 25 Şubat 1956 tarihinde, Stalin döneminde yerlerinden sürülen halkların haklarını iade etti. Çeçenler yurtlarına geri döndüklerinde yeni bir sürgün daha yaşamış gibi oldular. Çünkü tanıyıp bildikleri her mahalle, sokak ve köyün bile adı değiştirilmişti. Mezarlıkların neredeyse tamamı yok edilmişti. Nüfus kayıtları silinmişti ve 13 yıl önce oturdukları her yerde başkaları oturuyordu. Büyük çatışmalar yaşandı. Komünistlerin yerleştirdiği yeni nüfus yerlerinden çıkmak istemeyince, Çeçenler balta ve kazmalarla çatışarak yerleşimcileri kovdular.

Henüz 15 günlük bir bebek iken, Çeçenistan’ın Yalhoy köyünden sürülen ve sonraları Kızıl Ordu generali iken istifa edip Çeçen İçkeriya Cumhuriyeti’ni kuran Cahar Dudayev, 23 Şubat 1944 tarihini, Çeçen halkının Milli Diriliş Günü olarak ilan etti. Bu günü, topraktan dışarı kama tutarak uzanmış bir el ile temsil eden bir anıt yaptırıldı. Anıtın duvarına şu sözler yazıldı:

Ağlamayacağız! Yılmayacağız! Unutmayacağız!

Şamil İĞDE

(Yararlanılan Kaynaklar: Mehdi Çetinbaş, Jineps Gazetesi, waynakh.com, kaffed.org)

 

Yazan Şamil İGDE - Şub 1 2017. Kategori Gündem, Türk İslam, Yazarlar. Bu yazıya yapılan yorumları takip edebilirsiniz RSS 2.0. Bu yazıya yorum yapabilir ve geri izlemede bulunabilirsiniz

1 Yorum - “23 Şubat 1944 – Baba Kalbim Çok Acıyor”

Yorum yaz

Göndermeden önce alttaki eksik işlemi tamamlayınız. *

Ebed Bizimdir - Kuzey Kafkasya bölgesi ağırlıklı olarak, Türk-İslam coğrafyasından özel haberler, yorumlar ve makaleler.